02 Mayıs 2006

Özal Niçin Öldürüldü Laiklik Meselesi


Mehmet Şevket Eygi( 30.04.2006 )

Özal Niçin Öldürüldü Laiklik Meselesi

MERHUM Turgut Özal niçin öldürüldü biliyor musunuz? Öldürüldü mü? Evet öldürüldü... Niçin? İşte orasını söylemek, tartışmak çok zor. Ortada şöyle bir iddia var (yeni değil...): Türkiye’deki birçok krizi, ârızayı hallettikten sonra merhum, şu laiklik meselesini de rayına oturtmak, açıklığa kavuşturmak istiyordu. Yanlış anlaşılmasın, laikliği kaldırmak istemiyordu, sınırlarının çizilmesini istiyordu. Târifi yapılsın, nedir ne değildir, iyice bilinsin. Herkesin kendi işine geldiği şekilde yorumlamasının önüne geçilsin...
Bu laiklik meselesi halledilince, Türkiye’deki bütün krizlerin ana sebebi olan tarihî ârıza da giderilmiş, tarihî devamlılığa dönülmüş olacaktı.
Bu konu ile ilgili raporlar hazırlatmaya başlamıştı.
Sonra ansızın ölüverdi...
Şimdi fen ilerledi, adam öldürmenin yolları, usûlleri de çoğaldı.
Her neyse, Özal rahmet-i Rahman’a kavuştu, laiklik meselesinin açıklığa kavuşturulması dosyası da rafa kaldırıldı.
Bizdeki laiklik, Atatürkçülük gibidir.
Mecburen herkes Atatürkçüdür. Ama nasıl Atatürkçü?.. Marksistin Atatürkçülüğü başkadır, milliyetçinin başka, İslâmcı politikacının başka, Selânik Dönmesinin başka... Toplumumuzda ve medyada öyleleri var ki, hem koyu Atatürkçü geçiniyor, hem de Nazım Hikmet aşığı ve hayranı. Yahu bu iki taraftarlık bir arada olur mu? Nazım, Atatürk rejmini devirmek istememiş miydi? Atatürk zamanında yakalanıp mahkum edilmemiş miydi? Onbeş sene zindanda kalmamış mıydı?
Farmasonların Atatürkçülüğü de bir âlemdir. Atatürk Mason localarını kapattırdı, üç yıldızlı kardeşler derin uykulara daldılar ve şimdi kraldan ziyade kralcı şekilde Atatürkçülük yapıyorlar.
Laiklik de böyledir. Laiklik üzerine yemin etmeden milletvekili olmak mümkün müdür? Değildir. O halde sağcı solcu, ilerici gerici, dinci çağdaş, milliyetçi kozmopolit, şucu bucu, ocu mucu; ne kadar klik, hizip, fırka, taife varsa hepsi de laiktir. Ama nasıl laik? Kendi işine nasıl geliyorsa öyle laik.
Türkiye’mizde iki iktidar vardır:
Birincisi, herkesin bildiği, seçimlerle başa geçen iktidar.
İkincisi seçimle gelmeyen, yerinden oynamayan gizli ve derin iktidardır ki, birincisiyle arasında bir anlaşmazlık olduğu taktirde onun sözü geçer.
Bazıları buna derin devlet diyor.
Bu derin devletin, bildiğimiz Anayasa’dan başka gizli bir Anayasası vardır. Halk bunu bilmez, çok az sayıda (yirmi otuz) nüsha bastırılmış, imza mukabilinde ilgililere verilmiştir ve kasalarda saklanmaktadır.
Türkiye’de iki egemenlik vardır. Biri “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” tekerlemesiyle ifade edilen, hepimizin bildiği göstermelik egemenlik, diğeri derin egemenlik.
Başörtüsü krizini ele alalım. Bu konuda anlaşmazlık, tartışma, şikâyetler var. Normal olarak ne yapılması gerekir?
Ya halkın seçtiği Millet Meclisi bu konuda bir karar verir, meseleyi çözer. Yahut halka müracaat edilir, bir halkoylaması yapılır, onun neticesi kabul edilir. Bizde bu ikisi de yapılmıyor. Derin devletin, derin anayasası uygulanıyor. Gerekçe nedir? Laikliktir. Hangi laiklik? Onların laikliği.
Millet Meclisi Başkanı Bülent Arınç kırmızı kitap (derin Anayasa), derin devlet, laiklik konusunda biraz açık ve sivri konuşunca bütün derinciler harekete geçtiler. Olur mu böyle şey... Oluyor işte...
Böyle tartışmaların yapılmaması, derinlerin derinliklerinin ortaya çıkmaması için vaktiyle tedbir almaları, Müslümanlara ilkokul tahsilinden sonra tahsil yaptırmamaları gerekirdi.
Ülkede yüzlerce (iyi veya kötü, şöyle veya böyle) üniversite açtılar. Müslümanlar da buralarda çocuklarını okuttu. Onlar da, bütün engellemelere rağmen elbette bir yerlere gelecekler.
Merkez Bankası’nın başına geçen zatın hanımının resmini görünce ağır ve “derin” bir şok geçirdiler. Kadın başörtülü ve evinin kapısı önünde de birkaç ayakkabı görülüyor. Eyvah ki eyvah! Anadolu Müslümanları, Beyaz Türkleri (Kimler bunlar?) tasfiye mi ediyor yoksa...
Merkez Bankası başkanının eşinin başörtülü olması, evinin önünde birkaç çift ayakkabı bulunması laikliği tehdit eder mi? Etmez ama onlar eder diye düşünüyor. Niçin? Menfaatlerine gelmiyor da ondan. Merkez Bankası müdürünün Beyaz Türk veya Selanik Dönmesi olması gerekir. Çünkü Altın Buzağı hazinelerinin anahtarı ondadır.
Bu memleketin Müslümanları yakın tarihte çok büyük hatâlar ettiler. Bunların birkaçını sayayım:
(1) En zeki, en kabiliyetli ve istidatlı çocuklarını doktor ve mühendis yetiştirdiler. Halbuki:
(2) En zeki, en kabiliyetli, en istidatlı, en parlak çocuklarını öncelikle öğretmen ve eğitimci olarak yetiştirmeleri gerekirdi.
(3) Eğitimden sonra hukuka ve siyasal bilgilere önem vermeleri ve orada da yeterli miktarda güçlü, vasıflı, üstün elemanlar yetiştirmeleri icab ederdi.
(4) Medya ve iletişim sahasında Müslümanları birinci ligin önüne çıkartacak güçlü ve vasıflı elemanlar yetiştirmeleri gerekirdi.
(5) Dört beş lisan bilen, Avrupa ve Amerika üniversitelerinde doktora yapmış dünya çapında elemanlara sahip olmaları gerekirdi.
Maalesef Müslümanlar bu saydıklarımı yapmadılar. Az sayıda güçlü eleman yetiştirdiler ama bu yeterli olmadı.
İslâmî kesimde maalesef bol bol arivist (ikbal avcısı) yetişti.
Dine, ülkeye, halka, devlete hizmet edeceğiz diye; kötü düzenin, bozuk sistemin yağlı kemiklerine saldırdılar, haram rantlar yemeye başladılar. 1970’li, 80’li yıllarda cart curt eden nice Radikal şimdi mücahidliği bırakmış, müteahhitliğe başlamış ve kısa zamanda köşeyi dönmüştür.
Müslümanların ana vazifesi muhalefettir. Nasıl bir muhalefet?
– Yapıcı bir muhalefet,
– Vasıflı bir muhalefet,
– Aydınlatıcı ve uyarıcı bir muhalefet...
Tabiî ki, böyle bir muhalefetin, yapanlara maddî kazanç temin etmesi mümkün değildir.
Türkiye’deki “derin” bozukluğu ve çarpıklığı ucuz şifahî bir edebiyatla, avamî (popülist) sloganlarla düzeltmek mümkün değildir.
Derin devletçilerin, Beyaz Türklerin istismar ettikleri laiklik de öyle kolay ve ucuz bir şekilde sınırına çekilemez, açıklığa kavuşturulamaz.

9 yorum:

tahin dedi ki...

Her zamanki gibi super:)Mashallah.

life dedi ki...

Evet kesinlikle.Allah uzun ömürler versin kendisine.

Siyah Zambak dedi ki...

Alim insanların hali başka oluyor. Çok ince ve mühim noktalara temas etmiş. Allah razı olsun kendisinden..

life dedi ki...

İnşallah insanlar onun yazılarından feyz alıp birşeyler öğrenebilirler.Ama ne yazık ki İslami kesime ait yazarlar bile onun kıymetini bilemiyor...

Suat Saygın dedi ki...

Problem ve çözümleri çok yerinde tespit etmiş. Fazla söze ne hacet...

life dedi ki...

Suat Bey bilmukabele;)

Adsız dedi ki...

s.a. hayırlı cumalar, hayırlı çalışmalar dileklerimle Allah'a emanet olun!

cenkunal dedi ki...

Allah rahmet eylesin.

gaykedi dedi ki...

Başbakan Erdoğan, "masa" lafını, hatta daha da önce "Kürt sorunu" ifadesini ağzından kaçırdığından beri, bu sözcükleri yutmaya çalışıyor.Bu vesileyle Özal'ın 13 yıl önce "Kürt sorunu"nu çözme yolunda attığı tarihi adımı hatırlatmak istiyorum.Erdoğan, "Kimseyi 'Ben Türküm' demeye zorlayamazsınız" dedi ya,Cumhurbaşkanı Özal da Mart 1991'de, yani tam 15 yıl önce şöyle demişti:"Adam kendine 'Kürt' diyorsa, 'Hayır, Sen dağ Türküsün' denmemeli".

1992'de 57 kişinin öldüğü nevruzun ardından çözüm için arayışa girişti. Danışmanı Adnan Kahveci'ye bir "Kürt raporu" hazırlattı. Özetle şöyle diyordu: "Bugün Kürt sorunu siyasal bir kriz halini almıştır. Çözüm için cesur siyasal adımlara ihtiyaç vardır. Askeri çözümle hiçbir ülke çözüme ulaşamamıştır. Kürt realitesi, Kürt kimliği ve dili hızla kabul edilerek, Kürtlerin siyasal hakları verilmelidir. Bu durum Türkiye'de demokrasiye ufuklar açmakla kalmayıp PKK gibi terör örgütlerine olan halk desteğini de ortadan kaldıracaktır."

Ancak yıllar sonra atılabilecek adımların nüvesiydi bu rapor...O yaz Özal TRT'nin GAP kanalından Kürtçe yayını ve Kürtçe eğitimin serbest bırakılmasını savundu. Bir yandan reform adımları atılırken, öte yandan askeri harekât sürüyordu.Bunun üzerine Öcalan 1993 Mart'ında ateşkes ilan etti.Öcalan'ın Bekaa'daki basın toplantısına katılan gazetecilerden Cengiz Çandar, Özal'ın danışmanıydı ve "sessiz diplomasi" için gelmişti.

Öcalan'ın "olaysız nevruz" sözü vermesinin ardından Özal, "PKK'yı dağdan indirme planı"nı yaptı.Ateşkesi kalıcı kılmak için af çıkararak dağdakileri indirmeyi düşünüyordu. Kimseyi öldürmemiş olanlara dağa çıkmadan önceki hayatlarını garantileyecek, yöneticilere ise 5 yıl suç işlemezlerse otomatikman siyasi haklara kavuşma sözü verecekti.Özal'a da "Eşkıya ile masaya oturulmaz" dediler.Zaten o da PKK ile doğrudan temas yerine Meclis'te bölge halkını temsil eden HEP'lilerle görüşüyordu.


Ateşkesin bitmesine 2 hafta kala HEP'lileri Köşk'e çağırdı."Çözüm için zamana ihtiyaç var. Gidin ateşkesi uzatmaya çalışın" dedi. "Size de saldıracaklar bana da, ama bu el yakıcı sorunu birlikte çözmek zorundayız" diye ekledi.HEP'liler Bekaa'ya giderken Özal Türki cumhuriyetler gezisine çıktı. Ama aklında hep bu sorun vardı. Orada en yakınlarına planını açıkladı:"Her şeyi göze alarak çözüm formülümü ilan edeceğim. Bu momentumu kaçırmamalıyız".

Gerekirse bu çözüm için siyasete dönmeye karar vermişti.HEP'liler Öcalan'la görüştüler.
Öcalan 16 Nisan'da "süresiz ateşkes" ilan etti.Şimdi Özal'a çözüm için yol açılmıştı.
HEP'liler o gece Bekaa'da Özal'ın yapacağı tarihi açıklamayı dinlemek için TV başına geçtiler.İlk haberde donakaldılar: Spiker "Özal'ın kalp krizinden vefat ettiğini" söylüyordu.
Boşuna değil Başbakan'ın ani fikir değişikliği...Cesaret isteyen işler bunlar..."Masa", sağlam kaldırılmazsa, çöküverir insanın başına...Can Dündar

http://gaykedi.blogspot.com/