24 Aralık 2006

Miyasoğlu ve “Umut Suları”nda Kırk Yıl 22.12.2006



İBRAHİM BALCI
Millî Gençlik dergisinin ilavesiydi “Umut Suları”. Güzel bir kapakla sunulan ilavenin üzerinde, -Oyun- Mustafa Miyasoğlu yazıyordu. Büyük boy dergi ebadındaki bu ilaveyi önce ilgiyle seyretmiş, sonra okumuştum. Oyun, yanılmıyorsam sahnelenmiş ben izleyememiştim. Miyasoğlu imzasının Millî Gençlik dergisinin sayfaları arasında ve jeneriğinde yer aldığını “Umut Suları”ndan sonra farketmiş ve izlemiştim. Yıl 1969’du. Yeni Sanat dergisi, Büyük Doğu ve Diriliş’ten sonra yeni bir soluktu, 1973’te yayın hayatına başladı. Mustafa Miyasoğlu kurucularındandı. Büyük Doğu, Diriliş ve Edebiyat dergisinden sonra “Umut Suları”na açılan bir dergiydi. Şairleri arasında Miyasoğlu, hikayecileri arasında Durali Yılmaz, Hüseyin Bayraktar, edebi araştırma ve denemeci olarak Abdullah Uçman isimleri öncelikli ve kurucu isimlerdi. Yeni Sanat; 1976’da yayın hayatına başlayan Mavera dergisi gibi, birçok yeni ismi, sanat-edebiyat ve düşünce dünyamıza kazandıran dergiler. Tıpkı Büyük Doğu, Diriliş ve Edebiyat gibi.
Mustafa Miyasoğlu 1974 yılında Millî Gazete’nin, sanat sayfasında, Sanat ve Edebiyat ilavelerinde yer alan isimlerin ilk sıralarındaydı. Millî Gazete’de iki bölümde tefrika edilen Mustafa Miyasoğlu’nun Kaybolmuş Günler romanı, merhum Üstad Necip Fazıl’ın başyazı ve tefrikaları gibi bir solukta okunuyordu. Günün olayı, yılın ise romanıydı. Kaybolmuş Günler, hâlâ aşılamamış olan Tanpınar ve Peyami Safa romanı çizgisinde bir romandı. Mustafa Miyasoğlu, şiir, hikaye, deneme, biyografi ve roman dalında yirmiyi aşkın esere imza koyarken, “yüzlerce” diyebileceğimiz, düşünce ve edibiyat yazısı, dergi ve gazetede yer aldı, halen de devam ediyor. Dönemeç romanı ismini, Kaybolmuş Günler’e Türk romanı açısından bir sıfat olarak kullanmak istiyorum. Miyasoğlu’nun Edebiyat Geleneği, Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü ve merhum Mehmet Akif İnan’ın Edebiyat ve Medeniyet adlı kitapları sanat, edebiyat ve düşünce dünyamız için önde gelen kilometre taşlarındandı. Daha sonra, sayıp sevdiğimiz, zevkle okuduğumuz bir çok isim tarafından bu alanda eserler ortaya kondu, bahsettiğimiz eserlerin öncülüğüne bir halel gelmedi.
“Afganistan’ın işgali 3. Dünya Savası’nın başlangıcıdır”
Devlet ve Zihniyet (1980), Muhacir (1981) adlı düşünce ve siyaset üzerine denemeleri (25 yıl sonra) bugün bile dünya, bölge ve ülkemiz üzerinde çok ciddi öngörüleri içeriyor. Sovyetlerin Afganistan işgaline 3. Dünya Savaşı’nın başlangıcıdır, tezi Miyasoğlu’na aittir. ABD’nin Afganistan ve Irak işgali, İsrail’in Filistin ve Lübnan işgali, acıklı doğrulayıcılardır.
Mustafa Miyasoğlu’nu tanımam ise ilginç olmuştu. Bir bahar günü (1975) Nihat Hayri, İsa, Abdülkadir ve ben, belki de Mevlüt ve M. Emin de bulunuyordu. Çemberlitaş’ta üniversiteli gençlerin oturduğu kahvehanenin bahçesinde oturuyorduk. Otuzunu aşkın, uzun boylu, ciddi bir adam vakur adımlarla masamıza ve Nihat’a yaklaşıp, selam verdi. Nihat ayağa kalkıp yer açıp tokalaştı biz de tokalaştık. Nihat’ın Fırtınayı Kucaklamak adlı şiir kitabı Yeni Sanat Yayınları’ndan yeni çıkmıştı. Nihat Hayri’nin Yeni Sanat’ın genç şairlerinden olduğunu belirtelim. Tam hatırlamıyorum, belki de sohbetimizin konusu da Nihat’ın şiir kitabıydı. Yeni Sanat dergisi kapandıktan sonra Nihat kitabını çıkarmıştı. Miyasoğlu, masada Nihat’ı sorgular edada sorular soruyordu, biz de izliyorduk. Sonra Miyasoğlu, “Seninle şurda biraz görüşebilir miyiz” deyip Nihat’la ayrı bir masada konuştular, görüşme bitince bize de Allah’a ısmarladık diyerek ayrıldı. Daha sonra bizim de Mustafa Ağabey diyeceğimiz Miyasoğlu’nu şimdi her pazar (kitaplaşmaya devam eden) Edebiyat Sohbetleri’ni iştiyakla okuyoruz. O vefalılık gösterip herkesi arayıp soran bir kişi olarak bize de (gazeteye) uğruyor, biz de ara sıra oğlu Emre ile selam göndererek vefasızlığımızı gizlemeye çalışıyoruz.
Mustafa Ağabey’le süren tanışıklığımız daha sonra dostluğa dönüşerek bugüne geldik. O bizi ve bizim gibi insanları hep gayretlendiren bir ağabey oldu. O’nun bir iki ay önce Eyüp Sultan’da Ebrar Yayınları’na uğrayıp “Baban niye yazmıyor, niye yeni kitaplar yayınlamıyor?” diye sorduğunu oğlum bana söylediğinde, duygulanmış ve heyecanlanmıştım. Tıpkı 1978’de Yenidevir’in Yazıişleri Müdürü Durlu ile görüşüp, ikinci sayfada, Nihat, M.Emin, İsa, Abdülkadir ve benim haftada bir yazmamızı sağladığı gün gibi. Düşünce’nin sağında İsmet Özel, solunda Rasim Özdenören’in günlük yazıları yayınlanıyordu. O yazılar, İsa ile çalıştığımız Yıldız Porselen’de gündemimizi oluşturuyordu. İşçiydik, 6.30’da işbaşı yapıyorduk, memurlar 8.30’da gelene kadar kaçamak yapıyor, el dekorun Yıldız Parkı’na bakan romantik havası içinde, efsunlu bir şekilde oluşuyordu yazılarımız. Yani ibadet aşkı ve şuuruyla okuyor ve yazıyorduk. Şimdi entellektüel aşk ve şuurla, insanların orda burda birbirlerini karalamalarını anlayamıyoruz. Herhalde anlamamakta mazuruz.
Sohbetin devamlı müdavimleri
Bizim edebiyat sohbetlerimiz, değişik mekanlarda Mustafa Miyasoğlu, Durali Yılmaz, Mustafa Özer, Abdullah Uçman, Hasan Nail Canat (merhum) gibi isimlerin sohbetleriyle yer yer zaman zaman örtüşüyordu. Mustafa Ağabey hep bir inşa gayreti içinde idi, bugün olduğu gibi. Ya bir düşünce-edebiyat sohbet ortamını veya bir dergiyi inşa etmenin gayreti içinde idi. Daha sonraları İzmit dostluğuyla Ali Nar Hoca, Hasan Akay ve Hasan Olgaç bu ortamlarda tanıştığımız isimlerdi.
Çığır Yayınları’nda başlayan (Şaban Kurt’un ev sahipliğinde) edebiyat sohbetlerinde, bugün bir derviş, o gün bir filozof gibi duran Mustafa Özdamar Ağabeyi tanımıştım. Zübeyir Yitik de bu sohbetlerin müdavimlerindendi. İskender Pala ile herhalde bu ortamlarda tanışmıştık. İhsan Işık’la tanışmamızı Yenidevir’in sanat edebiyat sayfası sağladı. Sonra asker arkadaşlığıyla pekişen bu arkadaşlığa görsel dünyamıza bir kutup yıldızı gibi doğan ve kendisini merak ettiğim, Hasan Aycın’ı da kattık.
Çınaraltı İstanbul’da bulunan herkes için “kıssatun la tentehi” (bitmeyen bir hikaye). Değişik, zamanlarda, değişik arkadaşlarla güzel bir buluşma yeri idi Çınaraltı. Merhum Ali İhsan Yurt Hoca’nın oluşturduğu sohbet halkası ise, bir sohbet kervansarayı gibi idi, aşina olmadığımız, çeşitli yaş ve kademede bir çok sima ile karşılaşıyorduk.Bu cumartesi sohbetleri birkaç mola ile değişik mekanlara taşınıyordu. Önceleri Marmara Kıraathanesi’nde başlayıp, Çınaraltı’nda devam edip, Enderun’da (Beyaz Saray, şimdi tarih oldu) son buluyordu. Daha sonra Çınaraltı’nda başlayıp, Koska’daki kıraathanede (şimdi orası da tarih oldu) devam edip Enderun’da son buluyordu.
Ramazanlara rastlayan Çınaraltı Sohbetleri, camide Merhum Muzaffer Özak ve Şaban Efendi’nin hatim duasıyla noktalanıyordu.
Miyasoğlu’nun tartışmaları zevkle izleniyordu
Sohbet dağıldığında herkesin ev istikametine göre bir meşşailer sohbeti sürüyordu. Bizim bazen Bayezid’ten Aksaray’a, bazen de Topkapı’ya kadar sürüyordu meşşai okulu. Sohbetlerin merkezinde Ali İhsanYurt Hoca vardı, bir Hezarfen Çelebi idi. Sohbetler, edebiyat, fıkıh, tarih, siyaset, tefsir, kelam, tasavvuf, sanat, felsefe, siyer gibi sınırları belirsiz bir yandan bir yana evriliyordu. Ali İhsan Hoca, soruları geniş geniş cevaplandırıyordu. Mustafa Miyasoğlu katıldığında sohbet hareketleniyor, Ali İhsan Hoca ile Miyasoğlu’nun tartışmalarını zevkle izliyorduk. Tartışma derinleştiğinde bir çoğumuz bıyık altından kıs kıs gülüyorduk. Enderun’da bu rolü Sadık Ağabey (Albayrak) üstleniyordu. Enderun’daki sohbetlerde yaş oranı yükseliyor, bürokrat ve akademisyenler edebiyatçılardan daha baskın oluyordu. Enderun’daki sohbetlerin, Mehmet Şevket Eygi Bey aşina simalarından biriydi. İsmail Bey Enderun’da ev sahipliği yapıyordu. Biz buradaki sohbetlere nadiren katılıyorduk.
Bir ara Millî Kültür Vakfı’nda devam etti bu sohbetler. Mustağa Ağabey baş köşede oluyordu. Daha doğrusu, ya organize eden veya sürükleyen konumundaydı. Elifbe Yayınevi’nde bir dergi kurmak üzere ve bir başka yayınevinde sürdü. İstanbul’da Beyazsaray’da Akçağ Yayınları Şube açtığında İsmail Bey’in ev sahipliğinde, Mustafa Miyasoğlu’nun öncülüğünde kurulacak edebiyat dergisi için sohbetler başlamıştı. Bir kaç sayı yayınlanabilen Sedir dergisini çıkarmıştık. Bizim arkadaşlar kaytarmışlardı. Benim tanık olduklarım, Mustafa Ağabey’in teşebbüslerinden sadece bir kaçı idi. Mesela daha sonraları Abdurrahman Şen’in dergi çalışmalarının en önde destekçi ve şevklendiricilerindendi Mustafa Miyasoğlu.
40. Sanat Yılı’nda bir nebze Mustafa Miyasoğlu... Abdurrahman Şen işsiz kaldığında ben hep üzülüyordum. Şimdi üzülmüyorum, aksine Abdurrahman Şen’i işsiz bırakmak gerektiğine inanıyorum. Abdurrahman işsiz kaldığında güzel güzel faaliyetlere, edebiyat ve sanat dergilerine imza atıyor. Bugün olduğu gibi. Sarmaşık Kültürevi’ni, bu toplantıya katılan dostları, tanıdık, tanımadıkları sevgiyle selamlıyorum.
Mustafa Ağabey’i de, daha nice sanat yıllarına diyerek, hürmet, saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Vesselam...
Mustafa Miyasoğlu kimdir
1946 yılında Kayseri’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada gördükten sonra, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde başladığı yüksek öğrenimini 1973 yılında tamamladı. Burada Türkoloji, Felsefe, Tiyatro Tarihi ve İngiliz Edebiyatı okudu. 1974 yılında başladığı edebiyat öğretmenliği görevini, 1985 yılında Mimar Sinan Üniversitesi’nde Türk Dili Okutmanı olarak sürdürdü. 1988-92 yılları arasında, YÖK ve Millî Eğitim Bakanlığı’nın görevlendirmesiyle, Pakistan’ın İslamabad şehrindeki Modern Diller Enstitüsü’nde yardımcı profesör unvanıyla yabancılara Türkçe öğretti. Yurda dönüşünde aynı üniversitedeki görevini sürdürürken, 1996-98 yılları arasında, Şehir Tiyatroları Repertuar Kurulu’nda çalıştı. 1998 yılında, edebî çalışmalarına yoğunlaşmak için üniversitedeki görevinden emekliye ayrıldı.
Şiir ve romanları yanında değerlendirme ve eleştiri yazıları da büyük ilgi uyandırdı. Kültür hayatımızın gelişmesi ve önemli eserlerle şahsiyetlerin tanıtılması için yaptığı çalışmalar yanında radyo ve televizyon programlarına katıldı, edebiyatımızın yurtdışında tanıtılabilmesi amacıyla dostluklar kurdu. 1968’den beri Millî Gençlik, Hisar, Türk Edebiyatı ve Edebiyat gibi pek çok dergide yazdı. Bunlardan Millî Gençlik, Yeni Sanat ve Sedir dergilerinin yönetimine katıldı. Suffe Yayınları’nı kurarak Suffe Kültür Sanat Yıllığı yayınladı (1982-88). İlk şiirlerinde yalnızlığı, rüyalara sığınışı, imkânsız aşkı ve büyük şehirlerde tedirginliğe düşen insanımızın temel değerleriyle tarih özlemini dile getirdi. Edebiyat geleneğimizin temel motifleriyle çağdaş insanın iç dünyasındaki kırılmalara ve hüzünlere de şiirlerinde yer verdi.
Romanlarında yaşadığımız dönemdeki acıları derinliğine hisseden gençleri ve kuşak çatışmalarını ele aldı. Aşk acısıyla kimlik bunalımına düşen gençleri, büyük şehir kültürüne yansıyan sosyal değişimi ve geleneksel yapısı parçalanan ailelerin toparlanma çabalarıyla tarih şuurunun doğurduğu sorumluluğu romanlarına konu edindi. Anadolu insanının kendi memleketlerindeki sıkıntılarıyla büyük şehirde tutunma çabasını eserlerinin eksenine oturttu.
Kırk yıla sığan eserler
Edebî eserleri üzerine pek çok üniversitede tez yapıldı, bazıları da yabancı dillere çevrilerek yayınlandı. Öğrencilik yıllarında aldığı ödüllerden başka, iki kere Türkiye Millî Kültür Vakfı Armağanı kazanan, iki romanıyla da Türkiye Yazarlar Birliği tarafından “yılın romancısı” seçilen Mustafa Miyasoğlu’nun her biri pek çok defa basılan eserleri şunlar:
ŞİİR: Rüya Çağrısı (1973), Devran (1978), Hicret Destanı (1981, Dr. Muhammed Harb tarafından “Melhametü Hicre” adıyla Arapça’ya çevrilip El Belağ dergisinde 1981’de yayınlandı), Şiirler (1983), Bir Gülü Andıkça (1997), Kalbimin Coğrafyası (2005).
HİKÂYE: Geçmiş Zaman Aynası (1976, yeni baskısı Pancur adıyla 1998). Devrim Otomobili (2003).
ROMAN: Kaybolmuş Günler (1975), Dönemeç (1980), Güzel Ölüm (1982), Bir Aşk Serüveni (1995) ile Yollar ve İzler (2002, Masud Akhtar Shaikh tarafından “Roads and Footprints” adıyla 2003 yılında İngilizceye çevrilip Konya’da yayınlandı).
OYUN: Umut Suları (1973) adlı oyunu MTTB Tiyatrosu’nda Yalçın Akçay tarafından sahnelendi, ama basılmadı. Telefon adlı radyo oyunu Yeni Sanat dergisinde yayınlandı (Şubat 1974). Ahmet Mithat Efendi’nin Çengi adlı romanını müzikli oyun halinde sahneye uyarladı, Naşit Özcan tarafından Şehir Tiyatroları’nda sahnelendi (2003).
DENEME: Edebiyat Geleneği (1975), Devlet ve Zihniyet (1980), Muhacir (1981), Roman Düşüncesi ve Türk Romanı (1998), Kültür Hayatımız (1999), Edebiyat Sohbetleri (2003), Bir Gönül Medeniyeti (2005).
İNCELEME: Dede Korkut Kitabı (1984), Necip Fazıl Kısakürek (1985), Asaf Hâlet Çelebi (1986), Ziya Osman Saba (1987), Haldun Taner (1988).
KONUŞMA: Sanat ve Edebiyat Konuşmaları (1999).
GEZİ: Zügüdar - Babil’den Tac Mahal’e Gezi Notları (2003).
SADELEŞTİRME: Çengi (Ahmet Mithat Efendi’den, 1997).
DERLEME: Suffe Kültür Sanat Yıllığı (Beş cilt, 1982-88), Necip Fazıl Armağanı(1984, 1996, 2004), Çağdaş İslâmi Şiirler Antolojisi(1988),Gül Şiirleri Antolojisi(1999).
Mustafa Miyasoğlu’nun 60. yaş ve sanatta 40. yılı
Mustafa Miyasoğlu’nun 60. yaş ve sanatta 40. yılı münasebetiyle bir etkinlik düzenleniyor. Sarmaşık Kültür Dergisi’nin Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde düzenleyeceği etkinlik bugün 13.00’te başlayacak. Yaklaşık 1.5 yıldır yayın hayatında olan Sarmaşık Kültür Dergisi bugüne kadar Bülent Oran, Niyazi Er gibi vefat etmiş sinemacılarımızla, Dilaver Cebeci ve Osman Akkuşak gibi yaşayan edebiyatçılarımıza Sarmaşık Kültür Evi adı altında düzenlediği anma ve saygı günlerine bir yenisini ekliyor: “Mustafa Miyasoğlu Programı” Yaşayan önemli edebiyatçılarımızdan olan ve yurtiçinde olduğu kadar yurt dışında da dilimizi, kültürümüzü eğitimci olarak yaymaya çalışan Mustafa Miyasoğlu’nun 60. yaş ve sanatta 40. yılı münasebetiyle düzenleniyor. Bugün saat: 13.00’de Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi Tiyatro Salonu’nda başlayacak olan program 16.00’ya kadar sürecek. Abdurrahman Şen tarafından yönetilecek panelde, Mustafa Miyasoğlu’nun edebî kişiliği, romancılığı, düşünce dünyası, eğitimciliği, gazeteciliği üzerinde durulacak. Prof. Dr. İskender Pala, Dr. Necmettin Turinay, Doç. Dr. M. Mehdi Ergüzel, İhsan Işık ve Hayati Koca’nın konuşmalarından sonra Fırat Kızıltuğ, bestelediği Mustafa Miyasoğlu şiirlerinin de aralarında olduğu mini bir konser verecek.

11 Aralık 2006

Memleket

Çınaraltı Sohbetlerinin bu ayki konusunu Güzellik Uykusu belirliyor.Ve etkinliğimizin yeni konusu "Memleket".Konuyla ilgili yazılarınızı bloglarınızda yayınladıktan sonra güzellik uykusuna
Şehir asla ölmez, bizi yaşatır. Hatıralarımızı. Çocukluğumuzu. Oynadığımız ilk oyunları. İlk arkadaşlarımızı.

İlk evimizi.Ve şehrin ortasında bir kavram. Belki başında belki sonunda; Memleket. Türkçe'deki en zengin kelimelerden biridir. Türk dilinin de en güzel kelimelerindendir. Hatıralarımızın kelimesidir. Gözyaşımızın, hüznümüzün adıdır. Memleket topraktan öte mülkten başkadır bizim için. Bu yüzden bu ayki konunun "Memleket" olması gerektiğini düşünüyorum. Çınaraltı'na destek veren bütün dostlar hatıralarındaki memleketi yazsınlar istiyorum. Doğduğu köyü, yaşadığı şehri olabilir. Yurtdışında yaşayanlar için bu ülke bir memleket olabilir. Benim için memleket kelimelerdir, cümlelerdir diyen olabilir. O halde ruhumuzda hissettiklerimizin kaleme dökülmesi gerekmez mi?

Güzellik uykusuna maillerinizi yollamak için tıklayın.

weblog: http://www.guzellikuykusu.blogspot.com/Daha sonraki aylar için konu seçiminde bulunmak isteyenler bana mail atsınlar...

03 Aralık 2006

Çınaraltı Sohbetleri III - Suçluluk psikolojisi

Bu ayki Çınaraltı Sohbetleri’nin konusu Ladybird’ün seçimiyle Suçluluk Psikolojisi. Vakit darlığından 1,2 saatte ancak bu kadar yazabildim.Kusura bakmayın artık...

Aslında bir nevi beni anlatan ama çok şükür sinelerde olanı bilen kainatın sahibine inancım sayesinde kapılmadığım psikolojik bir buhran “suçluluk”

Maalesef 21.yy Türkiye’sinde halen yasaklar devam etmekte, kişi hak ve özgürlükleri engellenmektedir.Üstelik bu yasaklar ülkenin gerçek sahiplerine yani Müslümanlara yönelik olmakta ve yaşam alanları kısıtlanmaktadır.

Tüm bunlardan örtülü ve imam hatipli olarak bende fazlasıyla nasibimi aldım.ÖSS sınavında puanım kesilerek istediğim bölüme giremediğim gibi üniversite de başörtüsü takmam da engellendi.

Ne yazık ki saf ve bilgisiz zihinlere Müslümanlar potansiyel bir suçlu olarak gösterilmekte ve Müslümanım deyip dinini yaşamak isteyenler suçluluk psikolojisine sokulmaya çalışılmakta.Kısaca eğer dinini yaşamaya çalışıyorsan suçlusun!Bu hal insanların inançlarını, imanlarını zayıflatma gayesinden başka hiç bir şey değildir.Kalbimizde ki imanla bizleri yenemeyeceğini anlayan İslam düşmanları inancımızın yok olması, zedelenmesi için anbean çalışmakta.

Üzülerek söylüyorum ki çevremize baktığımızda mensup olduğu dini, İslam’ı bilmeyen bilse de uygulamayan nice insanlar görmemiz hiç te zor değil.Galiba kıyamet yaklaşıyor.Allah’ın adını bile anmamız ayıp hale geldi.

Gençlerin beyinleri olmadık süfli şeylerle dolduruluyor.Sanki hayat eğlenceden başka bir şey değilmiş gibi yansıtılıp körpe dimağların beyinleri kirletiliyor.Geçmişte çocuk haliyle cesurca savaşan gençlerimiz 3S (spor,sinema,seks) ile kandırılıyor,tuzağa düşürülüyor.Kültüründen geleneğinden ve dininden bihaber hale getiriliyor. Sonrada gelsin felaketler.İslam’dan uzaklaştırılan bir toplumda pek tabi hırsızlık,kapkaç, fuhuş,cinayet gibi adi suçların artması gayet normal hale gelir.Ecdadımızın zamanın da ihtiyaç sahipleri alsın diye cami duvarlarına bir miktar para bırakılırdı.Kullanan yerine tekrar koyardı parayı.Dükkanlar cuma vaktinde kilitlenmeden açık bırakılırdı.Günümüzde böyle bir şey düşünemiyorum bile.Artık hırsızlık aleni bir şekilde yapılıyor.Tabi Allah’ın kanunlarını bırakıp yerine beşer kanunlarını esas alırsanız olacağı bu.

Günümüzde yalnızca yalısıyla meşhur Osmanlı devrinde sadrazamlık(başbakanlık) makamına kadar yükselen Said Halim Paşa vatan kavramını şu şekilde açıklıyor. “Müslüman’ın vatanı, Şeriat’ın hâkim olduğu yerdir!” Osmanlı mirasını bıraktığı bugünkü torunlarının halini görse üzüntüden kahrolur heralde.

Sermayesinde Hind Müslümanlarının bağışları bulunduğu söylenen İş Bankasına bugün başörtülü biri başvuramıyor bile.Artık İş Bankası öyle bi hale gelmiş ki adaylardan boy fotoğrafı istiyor.

Ve ne yazık ki tüm bunlara dur diyecek bir ses yok.Halbuki bizlerin Şeyh Ahmet Yasin gibi,Said Nursi gibi ve adını sayamadığım diğer İslam büyüklerimiz gibi kendini İslam’a, davamıza adayanlara ihtiyacı var.Gerçek bir lidere ihtiyacımız var.

İnsanlar geçim ve gelecek kaygısına düşmüşler.Gidişatımız içler acısı.Ama Moğollar bile onca güçlerine ve gaddarlıklarına rağmen yeryüzünde 200 yıl kalabildiler.Müslüman Osmanlı 600 yıl boyunca varlığını sürdürdü ve halen daha izleri devam etmekte.İşte İslam’ın gücü.Sevgi, saygı, barış, huzur, hoşgörü dini.Allah’ın dini.Bir millet ancak onunla hayat bulup değer kazanabilir.Firavunlar her çağda varolmuştur.Ama baki kalan Allah’a teslimiyet ve O’nun için yaşamak.Adı için yaşamak…

Allah sonumuzu hayretsin…


Not:Diğer ayların konusunu seçmek isteyenler bana mail atsınlar...

22 Kasım 2006

Şu Nobel Maskaralıkları


Mesut Karaşahan 22.11.2006


Belki eski başbakanlardan müteveffa Bülent Ecevit’i ABD’nin eski dışişleri bakanlarından Henry Kissinger ile aynı fotoğraf karesinde görmem, belki de müstafi Dışişleri Bakanı Donald Rumsfeld’i dava etme girişimlerine tanık olmamız, gecikmiş bir Nobel yazısı yazmaya sevketti beni. Papa XVI. Benediktus’un ilginç işlerini Cuma gününe –inşaallah- bırakarak, bu yazımızda, Nobel ödülü adı altında sergilenen maskaralıklardan birine değinelim.
Rockefeller bursuyla Ecevit’in ABD’de Harvard Üniversitesi’nde Kissinger’den siyaset dersleri alması ne kadar düşündürücü ise, Kissinger’in 1973’te Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmesi de o kadar mânidar bir vakadır.
Orhan Pamuk dolayısıyla Nobel Edebiyat Ödülü’ne odaklandığımızdan olsa gerek, barış alanında verilen ve edebiyat ödüllerine nazaran çok daha büyük skandallara konu olan ödüller pek tartışılmadı. Nobel Barış Ödülü’nde yaşanan skandalların sebebi, diğer Nobel ödülleri İsveç’te verilirken, bunun Norveç’te (Norveç Parlamentosu’nun atadığı Nobel Komitesi’nce) verilmesi değildir kuşkusuz; fakat “barış” kavramı ve düşüncesinin siyasal ve idolojik mülahazalara ve manipülasyona çok daha açık, ödülü veren otoritenin ideolojik duruşunu ifşa etmeye fizik, kimya veya tıp alanlarına göre çok daha elverişli olmasıdır.
Ayrıca Nobel Barış Ödülü, aniden gelişen olaylar üzerine, siyasal aktörlerin bazen sürpriz çıkışları neticesinde verilebildiği için de sözde “objektif” kriterlerden daha uzak kalabilmektedir. Edebiyat ve diğer alanlardaki ödüllerde, en azından kişinin geçmişte ortaya koyduğu çalışmalar, eserler ve birikim esas alınabilir veya ödülün zahiri gerekçesini oluşturabilir.
Nobel Barış Ödülü, tarihinde pekçok kez düpedüz haksız ve tarafgir değerlendirmelere konu oldu; insan vicdanını yaralayan ilkesizliklere alet edildi ve prestij kaybına uğradı. Kimi zaman Batılı güçlerin iktidarda tuttuğu bir diktatör (Enver Sedat) ve Siyonist teröristler güruhunun elebaşlarından biri (Menahem Begin) bu ödüle layık görüldü; kimi zaman da Henry Kissinger gibi realpolitik’in, Makyavelist siyasetin acımasız ve ahlâksız ve bir o kadar da ustalaşmış tatbikçisine verildi. Ödül, karanlık bir geçmişe sahip siyasal aktörlerin “kanlı kariyer”leri üzerine ipek bir şal gibi örtüldü.
Kissinger, Nobel Barış Ödülü’ne 1973 yılında Vienam’da ateşkes sağlanması dolayısıyla ve ateşkes görüşmelerinde Demokratik Vietnam Cumhuriyetini temsil eden Le Duc Tho ile birlikte/ortaklaşa layık görülmüştü. Tho, barış henüz sağlanmadığı gerekçesiyle ödülü almayı reddetti. Gerçekten de Vietnam Savaşı, Kuzey’in kesin bir zafer kazandığı, yani ABD ve yerli işbirlikçilerinin kesin bir hezimete uğratıldığı tarih olan 30 Nisan1975’e kadar devam edecekti. Fakat ödülü traji-komik bir vakaya dönüştüren asıl şey Kissinger’ın Vietnam’da ve dünyanın hemen her köşesinde insanlığa felaketler getiren politikaların mimarlarından biri oluşuydu. Kissinger Vietnam’da barışı sağlamak için çaba sarfetmemiş, bilakis (henüz Nixon yönetiminin ulusal güvenlik danışmanı iken) 1972 seçimlerini olumsuz etkileyeceği düşüncesiyle ABD Başkanı’nın herhangi bir barış anlaşması yapmasına karşı çıkmıştı.
Kissinger sadece Hindiçin’deki kirli savaşın, sivil katliamlarının, kimyasal silah kullanımıyla gelen feci ölüm ve yaralanmalar, yıllar boyu devam eden sakat doğumlar ve çevre kirliliğinin müsebbiplerinden değildi; Latin Amerika’daki ABD yanlısı diktatörlerin Beyaz Saray’daki hâmisiydi aynı zamanda.
1973 yılı içinde, yani Kissinger’e Nobel Barış Ödülü verilirken, onun başlıca meşguliyetlerinden biri, Şili’nin seçilmiş Devlet Başkanı Salvador Allende’nin askeri darbeyle devrilip yerine tüm zamanların en cani diktatörlerinden biri olan General Augusto Pinochet’nin getirilmesiydi. 11 Eylül 1973’te gerçekleşen, Allende’nin ölümü ve Pinochet’in iktidara gelmesiyle sonuçlanan askeri darbe öncesine rastlayan yıllarda Şili halkını isyana kışkırtmak için her yol denenmiş, ekonomik ablukayla halk aç ve yoksul bırakılmış, CIA organizasyonu terörist eylemler ve sabotajlarla karışıklıklar çıkarılmıştı.
Kissinger, ödül törenine takaddüm eden günlerde, “Meseleler, Şili’li seçmenlerin kendi başlarına verecekleri karara bırakılamayacak kadar önemlidir”diye beyanatlar vermekte beis görmüyordu. Bunu derken kastettiği şey, sosyalist Allende’nin, ülke kaynaklarını Amerikan sömürüsüne kapatma politikası ve bunu gerçekleştirme yönünde atılan etkili adımlardı.
Nobel Barış Ödülü’nü aldıktan sonra Kissinger’ın Latin Amerika üzerindeki kirli oyunları hız kesmeden devam etti. Sonradan sık sık yargılanması talepleri için gerekçe oluşturacak olan Akbaba Operasyonu çerçevesinde bu kıtada işlenen siyasal cinayetlerde, gözaltında kayıp ve işkence vakalarında payı büyüktü.
Nobel Barış Ödülü, Pinochet’nin askeri darbesinden üç ay sonra, 10 Aralık’ta kendisine takdim edilecekti, fakat protesto eylemlerinden çekindiği için ödülü almaya gidemedi; yerine ABD Büyükelçisi’ni gönderdi.
2001 yılı içinde Şili’li insan hakları avukatları, Şili ordusunun öldürülen Genelkurmay Başkanı Rene Schneider’in ailesi, Arjantinli yargıç Rodolfo Canicoba, Şili’li yargıç Juan Guzman ve Fransız yargıç Roger Le Loire, Kissinger’i sorgulama ve dava etme girişiminde bulundular. Almanya doğumlu Yahudi bürokrat, bu son girişimden Paris’te kaldığı otelden (ve Paris’ten) gece yarısı kaçarak kurtuldu. Dünya üzerine yayılmış suç ortaklarından Pinochet gibi, bir türlü mahkeme önüne çıkarılamadı.
Bugün Rumsfeld de, kuvvetle muhtemeldir ki, yargıdan muaf kalacak.
Ve belki bir gün Irak’ta ateşkesi sağlayan adam olup Nobel Barış Ödülü’ne layık görülecek.Neden olmasın?

12 Kasım 2006

suçluluk psikolojisi

Bu ayki konumuzun sahibi olan Ladybird bizlerden suçluluk psikolojisi hakkında yazılar yazmamızı istiyor.Gerekli açıklamayı ondan öğrenebilirsiniz.3 Aralıkta yazılarınızı blogunuzda yayınlayıp ladybird'e mail atıyorsunuz.Yeni konumuz hayırlı olsun.

02 Kasım 2006

KAMİL İMAN SAHİBİNİN ALLAH İNANCI




Çınaraltı sohbetlerinin bu ayki konusu İman üzerineydi Harun Yahya'dan iman ile ilgili güzel bir yazı yayınlıyorum.Hayırlı okumalar...

KAMİL İMAN SAHİBİNİN ALLAH İNANCI

Allah'tan Korkup Sakınırlar
... Ve onlar, O'nun haşmetinden içleri titremekte olanlardır. (Enbiya Suresi, 28)
Allah'ın büyüklüğünü, gücünü ve sonsuz aklını kavramışolan kamil iman sahipleri, Rableri'ne karşı "saygı dolu bir korku" duyarlar.Allah'ın "Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup-sakının" (Teğabün Suresi, 16) emri gereği, bu korkularında bir sınır tanımazlar.Karşılaştıkları her olay, çevrelerinde gördükleri herşey Allah'ın büyüklüğünü takdir etmelerine, imanlarının artmasına, dolayısıyla da korkularının derinleşmesine vesile olur.
Böylesine derin bir korku son derece güçlü bir sakınmayı da beraberinde getirir. Bu sakınmanın şiddeti, kişinin Allah'ın tüm emir ve tavsiyelerini titizlikle uygulaması ve O'nun men ettiği şeylerden de şiddetle kaçınmasıyla kendini belli eder. Bir ayette kamil iman sahiplerinin bu tavrı şöyle bildirilir:
Üstlerinden (her an bir azab göndermeye kadir olan) Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyi yaparlar. (Nahl Suresi, 50)
Allah bir ayetinde insanların kavrayışını derinleştirecek bir örnek vererek, razı olacağı korkuya şöyle işaret etmiştir:
Şayet biz bu Kuran'ı bir dağın üzerine indirmişolsaydık, andolsun onu Allah korkusundan saygı ile başeğmiş, parça parça olmuşgörürdün. İşte Biz, belki düşünürler diye, insanlara böyle örnekler veririz. (Haşr Suresi, 21)
Ayette işaret edildiği gibi, gönülden iman edenlerin Allah korkusu da böylesine şiddetli ve derindir.
Kamil iman sahiplerinin Allah korkusu son derece şiddetlidir fakat bu, cahiliyenin yaşadığı batıl korkular gibi sıkıntılı bir korku değildir. Bu korku, mümini, kendisini yaratan ve yaşatan Allah'a bağlayan, temelinde derin bir saygı ve içli bir sevgiye dayalı olan bir korkudur. İnsana hayat veren, şevk, heyecan ve azim veren bir korkudur. Aynı zamanda da mümini Allah'ın razı olmayacağı bir tavır içine girmekten sakındıran, hayırlarda harekete geçiren, Allah'ın beğendiği ahlakı kazandıran ve bundan dolayı da "manevi haz veren" bir duygudur. Ve bu korku ancak Allah'a duyulan derin sevgi ile bir arada yaşanabilir. Kamil iman sahipleri Allah'ı ne kadar çok seviyorlarsa, O'ndan o kadar daçok korkarlar. Bu iki kavram her an eşit bir denge içerisinde yaşanır. Ve bunlar, kamil iman sahiplerinin imanlarının en önemli göstergelerindendir.
Kamil iman sahiplerinin Allah'tan içleri titreyecek kadar güçlü ve saygı dolu bir korkuyla korkmalarına vesile olan ise Allah'ı gereği gibi takdir edebilmeleridir. Allah'ın Kahhar (kahreden, herşeye, her istediğini yapacak surette galip ve hakim), Muazzib (azaplandıran), Müntakim (intikam alan), Saik (cehenneme süren), Müzil (zillete düşüren, hor ve hakir eden) sıfatlarını bilen müminler, Allah'ın hem dünyada hem de ahirette, dilediği an, dilediği kimseye, dilediği azabı verebileceğini bilirler. Bu azaptan ancak gereği gibi korkup sakınanların kurtulabileceğinin de bilincindedirler.Bu yüzden de başka hiçbir şeyden değil, yalnızca tüm gücün sahibi olan Allah'tan korkarlar.
Allah'ı Herkesten ve Herşeyden Çok Severler
Onlar, ... "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir. (Al-i İmran Suresi, 173)
Kamil iman sahiplerinin Allah korkuları gibi Allah'a olan sevgileri de çok güçlüdür. Kendilerini yoktan var edenin, sayısız nimetleri hizmetlerine verenin, onları her an gözetip kollayan ve koruyanın Allah olduğunu bilirler. Allah'ın dışında yaratılmışolan tüm varlıkların ancak O'nun izniyle hayat bulduklarına ve yine O'nun dilemesiyle bir gün mutlaka yok olacaklarına, baki kalacak olanın yalnız Allah olduğuna iman ederler. Bu gerçeği kavradıkları için tüm sevgilerini kendilerini yaratan ve tek sahipleri olan Allah'a yöneltirler. Öyle ki Allah'ı gördükleri, bildikleri, kavradıkları herşeyden ve herkesten çok daha fazla severler.
"... O, ne güzel mevladır (sahip) ve ne güzel yardımcıdır"(Enfal Suresi, 40) ayetinde de bildirildiği gibi Allah'tan daha güzel bir veli ve yardımcı olamayacağının bilincindedirler.Üstün bir imana sahip olan Hz. İbrahim'in bir duasında da bu kavrayışok açık bir biçimde görülür:
Ki beni yaratan ve bana hidayet veren O'dur; Bana yediren ve içiren O'dur; Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur; Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur; Din (ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O'dur; Rabbim, bana hüküm (ve hikmet) bağışla ve beni salih olanlara kat. (Şuara Suresi, 78-83)
Görüldüğü gibi Hz. İbrahim de kendisine can verenin, yeryüzündeki her olayı evirip çevirenin, rızkı verenin, hastalığı ve ona şifa olacak imkanı yaratanın ve yeryüzünün tek hakiminin Allah olduğunu çok iyi bilmektedir. Bu nedenle de Allah'a gönülden bir sevgiyle bağlanmıştır. İşte kamil iman sahiplerinin örnek aldıkları Allah sevgisi budur.
Kamil iman sahipleri, yaratılmışolan diğer tüm varlıkları da, Allah'a olan sevgileri ve bağlılıklarıyla doğru orantılı olarak severler. İnsanlara olan sevgilerindeki ölçü, onların Allah'ın emrettiği ahlakı üzerlerinde ne derece taşıdıklarına bağlıdır. Allah'ın emir ve yasaklarına en titizlik gösteren, O'nun emrettiği ahlakı en güzel şekilde yaşayan kimselere, derin bir sevgi beslerler. Bu kimseleri sevmelerinin altında yatan asıl neden onların da Allah'ı çok seven, yalnızca Allah'ı dost ve veli edinen kimseler olmalarıdır.
Gerçek iman, müminlere dünyada gördükleri her türlü güzelliğin, aklın ve tüm yeteneğin Allah'a ait olduğunu fark ettirir. Söz gelimi güzel, akıllı ya da yetenekli bir insanla karşılaşan müminler, onun bu özelliklerindençok zevk alırlar ama tüm bunların asıl kaynağının, asıl Yaratıcısı'nın Allah olduğunu da unutmazlar. Bu nedenle bu özelliklerden aldıkları zevk, kişilere karşı müstakil bir sevgi oluşturmaz. Aksine kalplerinde yine Allah'a karşı derin bir saygı ve derin bir sevgi oluşur.
Derin bir imana sahip olmayan kimselerin ise, Allah sevgisinde bir zayıflık olduğu görülür. Bu kimseler, kendilerini yaratan ve hayat verenin, her yerde gözetip kollayanın, sayısız nimetleri önlerine serenin Allah olduğunu aslında bilirler. Ancak hayatlarının büyük bir bölümünde bu gerçeği unuturlar veya gözardı ederek yaşarlar. Allah'ın yarattığı varlıkların Allah'tan bağımsız bir güce sahip olduklarını zannederler. Bu nedenle de bu varlıklara Allah'tan bağımsız bir sevgi duyarlar. Kuran'da bu kimselerin durumu şöyle haber verilir:
İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eşve ortak' tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgileri daha güçlüdür... (Bakara Suresi, 165)
Bir başka ayette, kamil iman sahipleriyle bu kimseler arasındaki fark şöyle açıklanmıştır:
Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkar edenlerin velileri ise tağut (ibadet edilen her türlü batıl şey, şeytan)'tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 257)
Allah'tan Başka İlah Edinmezler
... Onlar yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar... (Nur Suresi, 55)
Kamil iman sahiplerinin imanları akla ve vicdana dayalı sağlam bir imandır. Bu nedenle de onlar ayetlerde belirtildiği gibi "hiçbir kuşkuya kapılmadan" iman ederler. Allah'ı tüm yüceliği ve büyüklüğüyle kavradıkları için, O'na eşve benzer başka bir ilah olmadığını en başından kabul ederler. İnananların yol gösterici rehberi olan Kuran'da bu gerçek şöyle haber verilir:
Allah... O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
Bunun yanında insanlardan bazıları da Allah'ın varlığına iman etmekle beraber, dünyevi birtakım varlıkların da güç sahibi olduğuna inanır ve bir anlamda bunları kendilerine "ilah" edinirler. Ancak bu varlıklardan bahsederken akla sadece geçmişyüzyıllardaki putperestlerin taptıkları taştan, tahtadan oyma heykeller ya da ilkel kabilelerin, batıl dinlerin ortaya attığı sahte ilahlar gelmemelidir. Günümüz toplumunda, insanların kendilerine ilah edindikleri adı konulmamışmaddi manevi pek çok şey vardır.
Bir insanın Allah dışında herhangi bir varlığı hoşnut etmeye çalışması, bu varlığın kendine yardım etmeye güç yetirebileceğini zannetmesi, yaşamını o varlığın istekleri doğrultusunda düzenlemesi, onu "ilah" edinmesi olarak tanımlanabilir.Örneğin kimi insanlar para, güzellik, itibar, makam, mevki elde edebilmeyi ya da kendi nefislerinin isteklerini yerine getirmeyi hayatlarının tek amacı haline getirirler. Bu kimseler, asıl amaçları olan Allah'ın rızasını ve cennetini kazanmak için çalışmayı unuturlar.İşte bu insanlar Allah'tan başka ilah edinen kişilerdir.
Kamil iman sahiplerinin farkı da bu aşamada ortaya çıkar. Çünkü onlar bu insanların tam aksine, dilleriyle söyledikleri gibi kalpleriyle de Allah'tan başka bir ilah olmadığını tasdik eder ve tüm yaşamlarıyla da bunu ispatlarlar. Onlar "dini yalnızca Allah'a halis kılarak", O'na 'katıksızca' iman eder ve O'ndan başka bir ilah kabul etmezler. Allah bu samimi kullarının özelliklerini ayetlerde şöyle haber verir:
Ancak tevbe edenler, ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini katıksız olarak Allah için (halis) kılanlar başka; işte onlar müminlerle beraberdirler. Allah müminlere büyük bir ecir verecektir. (Nisa Suresi, 146)

15 Ekim 2006

İman Üzerine...

Çınaratı Sohbetlerinin yeni konusu "İMAN".

İman inançtan farklı olarak kimi zaman azalır, kimi zaman artar.Ama inanç sabit kalır.Ya inanırsın ya inanmazsın.Fakat bazan gördüğün ibretli bir olay yada okuduğun ayeti kerime yada başka bir sebep insanın huşusunu artırıp iman seviyesinin yükselmesine neden olur.

Mai Yunus bu ayki konumuz için iman üzerine, imanımızı artırabilecek yazılar yazmamızı istedi.Yani bir insanın imanının artması için yazılabilecek ibretlik, felsefi, sosyolojik, tarihsel güncel, ilmi yazılar.Aklınıza gelebilecek huşumuzu artırmamıza yarayacak yazılar.Hepimiz ahiret bilinci içerisindeyiz ve bir müslüman olarak en önemli ve birincil meselemiz Allah için yaşamak ve onun rızasını kazanmayı başarabilmek.İşte bu sebeple iman bilincimizi artırabilmek için bu ayki konumuz imanın tanımından ziyade imanımızın artmasını sağlayacak yazılar...

3Kasımda yazılarınızı bloglarınızda yayınladıktan sonra maiyunus'un mail adresine atın.O da yazılan yazılar üzerine bir derleme yapsın.

Ayrıca konu seçmek için bana mail atıp tarih alıyorsunuz...

Yeni konumuz hayırlı olsun...

04 Ekim 2006

Çınaraltı Sohbetleri-İstanbul

Çınaraltı Sohbetleri etkinliğimizi az bir katılımla da olsa tamamlamış bulunmaktayız.İStanbul hakkında bakalım neler yazılmış:

Etkinliğe desteğini ilk günden veren ve tam desteğini İstanbulname yazısı ile esirgemeyen Güzellik Uykusu deneme tarzı yazısıyla bizi İstanbul ile yaşadığı iç dünyasında yolculuğa çıkarıyor ve zihnindeki İstanbul ile tanıştırıyor.İstanbul'un çekiciliği onun için varolup olmamakla ilişkilidir adeta."Ben ile benliğim arasındaki gizli özneydi. Hep kendimi kaybettiğim şehirdi. Varlıktan yokluğa dönüştüğüm"

Güzellik uykusu!Bu güzel yazını bizlerle paylaştığın ve iç dünyanda bir yolculuğa çıkardığın için çok teşekkür ederiz....

Blogunu her açışımda , durup durup bir kez daha baktığım, içinde yaşama hayalleri kurduğum başlık resmindeki Türk evinin sıcak bir karşılamasıyla misafir oluyoruz Mihman'ın imajiner konağına.Ve bize eski İstanbul'un ramazanlarının emsalsiz güzelliğini, huzurunu, bereketini, neşesini anlatıyor.Her paragrafı bizi o yaşanmış bitmiş ve sanki geri gelmeyecekmiş gibi görünen uhrevi günlerin ufkunda kaybolmaya götürüyor.Ah o eski İstanbul!Ah o eski ramazanlar...

Şimdi bırak diş kirası vermeyi evimize sokarmıyız acaba tanımadığımız insanları.Hırlı mı hırsız mı deriz.

Şimdiki çocuklara bırakın oruç satın alarak teşvik etmeyi oruç ne demek onu bile öğretmiyoruz.

Ve şimdiki mahyalar da teknolojiden nasibini aldı ve elektrik olmadan...

İçimiz burkularak Mihmanın konağından ayrılıyoruz.Ve Maiyunus'a konuk oluyoruz.Ve bizlere İstanbul'un kutlu fethini anlatıyor.Bilmediklerimizi öğreniyor yada zihnimizi tazeliyoruz.Ve İstanbul'un yeniden manen fethedilmesi için dualar ediyoruz.Ecdadımızla gurur duyuyoruz ve inşallah ceddimizie yakışır torunlar oluruz da iyi biliriz İstanbul'un kıymetini.

Güzellik Uykusu, Mihmanhane, Maiyunus katılımınız için tekrar tekrar teşekkür ederim ve bir daha ki etkinliğimizde görüşmek üzere herkesi Allah'a ısmarlıyorum.

Not:Bir sonraki etkinliğimizin konusunu nasipse yarın açıklayacağız....

03 Ekim 2006

İstanbul Mavi Kırpar Gözlerini

Çınaraltı etkinliklerininin ilk konusu İstanbul'du.Ve ben ne yazıkki vakitsizlikten istediğim yazıyı yazamadım.Onun yerine İstanbul hakkında yeni okuduğum Mustafa Armağan'ın İstanbul Mavi Kırpar Gözlerini isimli kitabından bahsetmek ve içerisindeki bir bölümde anlatılan Yalıların ve Sarayların hikayelerini özetlemek istiyorum.Kitap genel itibarıyla çok güzel ve akıcı.İçeriğinde İstanbul hakkında tarihi, sosyolojik ve aydınlatıcı yazılar var.

Kitapta Yalılar ve Saraylar resimleriyle birlikte aydınlatıcı bir şekilde anlatılmış Mustafa Armağan tarafından.Ben sadece bir kaç tanesini özetleyerek buraya yazıyorum.

İstanbulun Geçmişine Açılan 12 Göz


Boğaz’daki En Yaşlı Osmanlı
Amcazade Yalısı

En eski ahşap dostu 307 yaşındadır.İlgisizlik ve bakımsızlığa rağmen bugünlere kadar gelmiştir.1699’da yapıldığını Nazım adlı divan şairinin düştüğü tarih beytinden öğreniriz.Amcazade Hüseyin Paşa, 17.yüzyılın ünlü Köprülüler sülalesinden olup devlet işlerinde şiddetli tedbirleriyle tanınan Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa’nın yeğeni ,yine aynı sülaleden Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa’nın da amcasının oğludur.Yalıyı yaptırdıktan 3 yıl sonra ölmüş ve Saraçhane’de kendi adıyla anılan külliyesine gömülmüştür.Benzerine az rastlananbir ilgisizlik yalının kaderi olmuştur.93 harbi sırasında Rumeli göçmenleri binaya yerleştirilmiş ve onların hor kullanımından dolayı epeyce tahrip olduğu, yıkıldı ve hatta yangın tehlikesi geçirdiği söylenir.Piyer Loti İstanbul’a geldiğinde Boğaziçi yalılarını kurtarın özelliklede Amcazade yalısını dediysede aldırış eden olmamıştır.Kanlıca körfezinden vapurla geçerkenaltından akan sularınderinlerde sakladığı hatıralara dalmış300 küsür yaşında bir ihtiyar görürseniz, bilin ki o, Amcazade yalısının son ve güzide parçasıdır.Selamlamayı unutmayın!

Çiçekler Eğlenceler ve Acılar Evi
Aynalı Kavak Kasrı

Kasımpaşa’da Haliç sahilinin en büyük sahil sarayı olan Tersane Sarayı’nın arazisindeki Aynalıkavak Kasrı,Osmanlı hanedanın İstanbul’da dördüncü büyük sarayıdır.İsmini .1718’de Venedik Cumhuriyeti ile yapılan Pasarofça Antlaşmasını müteakip padişaha gönderilen çeşitli boy ve büyüklükteki aynalardan almıştır.Haluk Şehsuvaroğlu bu ilginç olayı şöyle aktarır; “3.Ahmed’de bu aynaları Tersane Sarayı’nın muhtelif dairelerine koydurtmuş “kavak kadar uzun endam(boy) aynaları “ dillere düşüp “aynaları kavak sarayı” günlük sohbet ağzında “Aynalıkavak Sarayı” diye kısaltılmış ve Tersane Sarayına alem olarak kalmıştı.”
Evliya Çelebi’ye bakılacak olursa bu sarayın kökeni Fatih Sultan Mehmet zamanına dayanmaktadır.Fetihten sonra ilk olarak otağını bu sarayın bahçesine. Yani tersane bahçesine kuran Fatih gazilere ganimeti burada bölüştürürmüş.Bu bahçe kefere arasında da krallara mahsus bir bağ imiş.
Aynalıkavak Kasrı’nın başından çeşitli yangınlar geçmişi defalarca yıkılıp yeniden yapılmış tamirler görmüş zaman zaman.Güldüğü demlerde olmuş, ağladığı, hüzünlendiği günlerde.
Mesela Sultan İbrahim’in doğumuna şahitlik etmiş; Hüzünlü yıllara da tanıklık emiştir.18.yüzyılda Rusya ve Avusturya başta olmak üzere Osmanlı Devleti’nin birkaç cephede sınırlarını korumak üzere canla başla mücadele verdiği yıllara…
Pek çok parçası yıkılmış olsa bile Enderunlu Fazıl’ın kasrı öven şiiri yazması güzelliklerinin edebiyen kaybolmayacağını bilmesindendir.

İstanbul’da Bir Irak Hazinesi
Bağdat Köşkü


Topkapı Sarayı, aslında sadece bir saray değil bir şehir gibidir de.Harem kadar mutfağıda köşkleri kadar mukaddes emanetleri ile de ilginç bir bütün teşkül eder.Avlulu bir binalar dizisi olan Topkapı Sarayının dördüncü avlusunda yer alan Bağdat Köşkü, 4.Murat tarafından geri almak için çıktığı Bağdat seferinin hatırasına yapılmıştır.Bağdat Köşkü, Topkapı Sarayı bina manzumesinin en güzel ve ilk şekli bozulmadan günümüze kadar gelebilmiş bir parçası olup Türk köşk mimarisinin şaheserlerindendir.

Bağdat Köşkünde 360 kadar çok nadir yazma kitaptan oluşan bir de kütüphane mevcuttu.Sonradan bu kitaplar saray bünyesinde oluşturulan kütüphaneye devredilmiştir.

Semavi Eyice Hoca kök hakkında şöyle der:

Klasik devri Türk yapı sanatının olduğu kadar süsleme sanatlarının da en muhteşem eserlerinden oluşan Bağdat Köşkü, eski Türk yapı geleneklerinin değişik bir uygulamasıdır.

İstanbul’a Mısırdan Gelen Hediye
Beykoz Kasrı


Artık 19.yüzyılın ortalarındayız. Ahşaba tutkun Boğaziçi ilk defa alışık olmadığı bir kâgir kasırla karşılaşıyor. Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa isyan etmiş ve yarı bağımsız bir devlet olan Mısır’ın başına geçmiştir. Üstelikte Osmanlı devletine kafa tutarak ordusuyla Kütahya önlerine kadar ilerlemiştir. Yeniçeri ocağını topa tutarak yok etmiş ve onun yerine de doğru dürüst savaşacak bir ordu kuramamış olan 2.Mahmud bu saldırıyı mevcut kuvvetiyle durduramayacağını anlayınca Rus ordusundan yardım istemiştir. Rus donanmasıboğazın kuzey girişine kadar gelmiş ve burada Hünkâr İskelesi antlaşması imzalanmıştır iki devlet arasında. Amaç Kavalalı’ya gözdağı vermektir.

Kavalalı Mehmed Ali paşa pişmanlık duyarak İstanbul’a kadar gelmiş ve özür beyanında bir kasır yaptırarak padişaha hediye etmek istemiştir. İşte Beykoz kasrının yapılış gerekçesi budur.

Kasrın mekân düzenlemesi, gecelemek için yaptırılmadığını göstermektedir. Daha çok padişahların “tenezzüh”lerinde uğrayıp dinlenmeleri maksadıyla yaptırılmışa benzemektedir, çünkü mutfağı banyosu hatta tuvaleti bile yoktur.

Kasrın gönül çelici tarafı içinde yer aldığı 200 dönümlük büyük ve gayet güzel bir koruluktur ki, burada manolya, çam ve ıhlamur ağaçlarının olduğunu biliyoruz.

Bugün kasır Çocuk Hastalıkları Hastanesi olarak kullanılmaktadır.

Bir Fatih Yadigârı
Çinili Köşk


İstanbul’da çinili köşk diye bilinen iki yapı vardır. Bunlardan daha geç dönemde yapılanı 4.Mehmet dönemi eseridir. Bu yapı1679–80 tarihinde yapılan şimdi yerinde yeller esen Beşiktaş Sarayının bir parçasıydı.Daha eski ve her şeye rağmen ayakta kalan asıl Çinili Köşk’ün Topkapı Sarayının dışında göründüğüne bakmayın.O aslında fatih tarafından sarayın bir parçası olarak yaptırılmıştır.Eser bugün Çinili Köşk müzesi olarak hizmet vermektedir.Selçuklu, İznik, Haliç ve Kütahya işi çinileri burada bir arada görmek mümkündür.

Boğaz’ın İtalyan Soylusu
Hidiv Kasrı


Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa’nın yaptırdığı Çubuklu Sarayı yada Çubuklu kasrı adıyla bilinir Hidiv Kasrı.1892’de henüz 45 yaşındayken aniden ölen babası Hidiv Tevfik Paşa’nın yerine geçerek genç yaşında Mısır’ın yönetimini eline alan Abbas Hilmi Paşa siyasi sebeplerden dolayı Mısır’da değil İstanbul’da oturmayı tercih etmiştir.

Önce çubuklu sahilindeki iki ahşap yalıyı satın alır.Bu havadar semte vurulmuş olmalıdır ki, evlerin arkasında ki bağ, bahçe, tarla türündeki arazileri peyderpey satın alarak bahçesini günden güne genişletmeyi başarır.Nihayet 1907’de Hidiv Kasrı’nı bir İtalyan mimara (Delfü Seminati) inşa ettirir.Burda 7 yıl geçiren Abbas Hilmi Paşa, 1914’ten itibaren trajik bir serüvenin içine çekilir.

Mısır Sarayı’nın bu biraz talihsiz ama ikbalperest ve maceraperest ruhlu mensubu Abbas Hilmi Paşa,tıpkı dedesi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Beykoz’da yaptırdığı kasrı gibi, Boğaz içi silüetine silinmez damgası vuran bir eser armağan etmiştir.

Gizli Bir Hazine
Çürüksulu yada Muharrem Nuri Birgi Yalısı


Üsküdar Salacakta inşasıyla birlikte Osmanlı tarihinin derinliklerine dalacağımız bir bir başka nefis ve sağlıklı yalı ile karşı karşıyayız.Tırnakçızadelerden Çürüksulu Ahmet Paşa ailesine intikal eden yalı, 1910-1930 yılları arasında iki büyük onarım geçirmiştir.Yalının sonraki sahibi, büyük elçi Muhaerrem Nuri Birgidir.Yalının son resterasyonunu yapan mimar, Turgut Canseverdir.Yalnız mimar değil, aynı zamanda doktora sahibi bir sanat tarihçisi de olan Cansever, resterasyon sırasında yaptığı incelemelerde, yalının alt katında bazı erken Osmanlı yada Bizans tekniğiyle yapılmış duvar ve kalıntılara da rastlamıştır.Bunlara dayanarak yalının yerinde bazı Osmanlı veya geç Bizans dönemi binalarının bulunmuş olabileceğini belirmektedir kendisi.

Mustafa Armağanın kitabunda bu yalı ve saraylara ek olarak Kont Ostrorog yalısı, Özbekler Tekkesi, Sadullah Paşa Yalısı, Said Halim Paşa Yalısı ve Yılanlı Yalı anlatılmaktır.Kitaptan okuyabilirsiniz.Mutlaka okunması gereken bir kitap.Eğer hala bu kitaptan sizde yoksa alacaklar listenize ekleyin...

02 Ekim 2006

Duyuru!!!

Çınaraltı Sohbetleri etkinliğimiz yarın (yani 3Ekimde) başlamaktadır.Etkinliğimize katılacak olan blogcuların yazılarını 3 Ekim'de kendi bloglarında yayınladıktan sonra bana mail olarak atmaları gerekmektedir. Konumuz İstanbul.

İstanbul'u konu alarak ona dair ne varsa istediğiniz tarzda bir yazı yayınlayın.Yazı kalitenizi mümkün olduğunca yüksek tutmaya ve baştan savma yazılar yazmamaya gayret edin:) Etkinliğin diğer bir amacı hepimizi araştırmaya sevketmektir.Bilmediğiniz bir konu olabilir.Araştırıp öğrenmeniz kısa vade de sizin uzun vade de toplumun yararına.Bilmiyorum bu konuyu geçiyorum demek Müslüman Türk'e yakışmaz...Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıptır...

Konuyu seçen ben olduğum için 4 Ekimde yazılarınızdan özet geçerek blogumda bahsedeceğim.Konu almak için bana mail atın bende sizi sıraya yerleştireyim...

21 Eylül 2006

Kış Hazırlıkları


Geçenlerde elbirliği edip halamın yufkalarını açtık:)Burası halamın terasının iç kısmı.İlk önce bizimkileri açmıştık, hemde açık havada daha güzel bir ortamda,fotoğraf makinası olmadığı için o gün resim çekememiştim.Ama bu kez maiyunus'un makinasını zaptedip halamın yufkalarını çekmeyi başardım:)Tekrar teşekkür ederim maicim;)

Bu yaz epey bir yufka açmış oldum.Kaç tane derseniz hiç bilmiyorum sayısını o kadar çok ki saymaya bile üşendim:)

Ben geç gittiğim için mekanın yufka yapımı için hazırlanmasına ve hamurun yoğrulmasına yetişemedim.Gittiğimde epey de bir açmışlar.O gün 200 e kadar yufka açıldı ve gece 22 lere kadar sürdü.Yani molalarla birlikte 10 saat sürdü:)

Yufka kış hazırlıkları için yapılır.Kışın tirit yada yufka böreği yapmak istediğinizde uzun uzun açmak ve pişirmek yerine (ki yapanlar bilirler bu her defasında zor iştir) güzün yani sonbahar da bütün kışa yetecek kadar yufka yapılır.Zaten yufkayı ateşte ve sac üzerinde pişirmek gerekir.Eski tarz ocakbaşılı evi olmayanlar için çok zor hatta imkansızdır.Mutlaka odun ateşi gerekir.Ayrıca bütün kışın yufkasını bir anda yapmak daha ekonomik.

Bazılarınızın tirit nedir dediğini duyar gibi oluyorum.Çoğu kimse tiriti bilmiyor ne yazık ki.Yada ismi biliniyor kendi bilinmiyor.Yapımı zor olduğu için galiba...Tirit nasıl yapılır öğrenmek için tıklayın. Maiyunus bizi evine davet ettiğinde yapmıştı bu tiriti.Ve internet kullanıcılarına diğer blogunda sundu;)

Aşağıdaki resimlerde kendi ellerimle açtığım yufkanın aşamalarını görüyorsunuz.Bende ne becerikli kızım yahu:pDeğil mi ama?;)




İşte yufka bu şekilde açıldıktan sonra sac üzerinde pişirmesi için pişiriciye yollanıyor.O gün halam pişiriciydi.Ve Allah dinlendirsin ateş karşısında epey yandı.Hatta vücudunda su toplayacak kadar kızarıklıklar oluştu."Biraz çekil, arada dinlen, o kadar yaklaşma, nasıl dayanabiliyorsun," dediğimizde "ne yapayım sabrediyorum,başka çarisi yok" diye cevap verdi bize.Günün sonunda aşağıda gördüğünüz yufkalar meydana geldi,dizi dizi dizildi;)Ayrıca o gün "Allah kabul etsin"yufkanın haricinde haşhaşlı, yağlı, peynirli gözlemelerde yapılıp yakın komşulara dağıtıldı.

Bu arada kısaca belirteyim 200 yufkanın hepside halamlar da kalmadı.En çoğunu halamlar almakla birlikte yufkalar 4 aileye paylaştırıldı.

Osmanlı zamanında kızlara yönelik rüştiyeler varmış.Orlarda ev ekonomisi şeklinde dersler verilirmiş.Kışa hazırlık için yapılacak reçel,konserve, tarhana vs. yapımı öğretilirmiş.Bütün kadınlar da bilirmiş bu gibi işleri.Ama ne yazıkki günümüz kadını bu işlerin çoğundan bihaber.Artık marketlerin kapısı bolca aşındırılıyor.Hazır ve kolay yapılabilen yemekler tercih ediliyor hanımlar tarafından.Katkı maddeleri konusuna girmiyorum bile...Çalışan bayanları saymazsak ev hanımlarında da garip bir tembellik sözkonusu.Hiç uğraşmıyorlar bu işlerle.Halbuki eskiden olduğu gibi çamaşırlar, bulaşıklar elle yıkanmak yerine makinalarda yıkanıyor.Çocuklar desen bütün gün okulda.Evi makina süpürüyor.Halıları artık makinalar yıkıyor.Geriye ne kalıyor.Bütün gün iş gördüm diye yakınan uyuşuk kadınlara kızıyorum.El insaf yani.Herşey bi yana onca vakit arasında kitap okumayanlarına ne dersiniz?Dünyaya boş gezenin boş kalfası olmaya gelmişler anlaşılan...(MÜSLÜMAN TEMBEL OLMAZ)

Bu yazıları yazarken mailime ermenilerin türkleri katlini anlatan bu video görüntüsü geldiğini farkettim..Başka bir yazımın konusu yapacaktım ama sıcağı sıcağına burda bahsetmek istedim.Ayrıca bir notta vardı mailde:"Mutlaka izleyiniz ve çevrenize gönderiniz. Millî hafızamızı canlı tutalım.Uyuyan tek bir Türk genci kalmayıncaya kadar, bilinçlenmeyen tek bir Türk kalmayıncaya kadar mücadeleye devam..."

Son olarak artık ismimi Ashab-ı Kehf'in isimlerinden olan Mislina ile değiştiriyorum.Yorumlarda görürseniz Mislina Gönül Tacım dır;)Bugün artık çok konuştum neden Mislina'yı seçtiğimi sonra anlatırım inş;)

Ve tekrar son olarak burdan Çınaraltı Sohbetlerine destek veren herkese teşekkürlerimi iletiyorum.

11 Eylül 2006

Çınaraltı Sohbetleri


Aylar öncesinde aklıma gelen ama sürekli ihmal etmek zorunda kaldığım projenin yapımını bitirdim nihayet.

Uzun zamandır sizlerle blog ortamında bilgi paylaşımı içindeyiz.Bu blog ortamını nasıl daha faydalı hale getirebilirim diye düşünürken süregelen kültürel yozlaşmaya inat aklıma yemek etkinliklerinde yapılan tarzda bir kültür etkinlikleri düzenlemek geldi.Amaç; her ay bir konu kararlaştırıp bu konu ekseninde bilgi paylaşımı içerisinde bulunmak.

Bu kültür etkinliğine isim olarak "Çınaraltı Sohbetleri" adını verdim.Çoğunuzun bildiği gibi Çınaraltı'nda 1960'lı yıllara kadar edebiyatçılar toplanıp kültür sohbetleri yaparlardı.Ama ne yazıkki günümüzde böylesi etkinlikler göremiyoruz.Bende internetin bize sağladığı imkanlardan yararlanarak eskiden Çınaraltı'nda yapılan kültür sohbetlerinden esinlenip bu etkinliğe Çınaraltı Sohbetleri adını vermeye karar verdim.

Ayrıca Çınaraltı Sohbetlerinde kalemi kuvvetli blogcuların köşe yazılarını okuyabilirsiniz:)

Projeme desteklerini esirgemeyen Ladybird hanımefendiye sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum

İlki 3 ekimde başlayacak olan ve her ayın 3'ünde devam edecek olan Çınaraltı Sohbetlerine hepinizi bekliyorum.Ayrıntılı bilgi için buyrun!!!

05 Eylül 2006

Sızı...

Filistin'de yüzlerce müslüman mezarlığının ortadan kaldırıldığını ve bir tanesinin üzerine Tel-Aviv Hilton Otelinin inşa edildiğini biliyor muydunuz?!!!*

30 Ağustos 2006

Üzüm Bağları

[Beytüllahim yakınlarında bir üzüm bağına sahip olan Ahmed Halil,1967 işgalinden sonra arazisinin askeri bölge ilan edildiğini öğrenecektir.Kendi arazisine girişi için El-Halil askeri valisinden özel izin alması gerekse de toprağını henüz yitirmemiştir.Bunun için Beytüllahim’in Terkedilmiş Mülklerden(!) sorumlu kişisi olan Haim Kahiti devreye girer.Arapları kendi topraklarından çıkarma konusunda hayli deneyim sahibi olan Kahiti, askeri yönetim tarafından bu güzel araziyi istimlak, yani gaspetmekle görevlendirilmiştir.Terkedilmiş Mülkler Sorumlusu, Ahmed Halil’in kendi bağını terk ettiğine dair bir belgeyi “kendi serbest iradesiyle” imzalaması için her yola başvurur:Tehditler, baskılar,fiziki şiddet ve dayak atmalar …Ahmed Halim teslim olmaz, mahkemeye başvurur, fakat bir cevap alamaz.Bu esnada Terkedilmiş Mülkler Sorumlusu boş durmamaktadır.Filistinli çiftçi bir gün arazisine geldiğinde bütün asmaların kökünden sökülmuş olduğunu görür.Avukat Langer’e olayı haber verir.Onu, sürülerek bir asma enkaz ve yıkıntısı haline getirilen bağa götürdüğünde Haim Kahitiyi kendi arazisinde dolaşan bir kişi edasıyla etrafta gezinirken bulacaklardır.Ahmed Halil bir daha o bağa giremez., geri kalan hayatını bir başka köyde sürdürecektir artık…]

Burada bir parantez açıp “evini, toprağını, Yahudilere satan Arap “ masallarına değinmek gerekir.Her ne zaman İsrail ordusu yeni bir işgal , katliam ve terör harekatı başlatsa, Tv haber bültenleri ve gazete sayfalarında –manşetlere veya ilk sayfaya çıkabilmesi neredeyse imkansızda olsa- insanın vicdanını sızlatan görüntü ve haberler yer almaya başlasa ,bu tür hikayeler cami bahçelerinde, kahvehane ve mahalle köşelerinde kulaktan kulağa aktarılır, sanki Siyonist gizli bir el tarafından yönetilen, vicdanı rahatlatmak üzere planlanmış bilinçli bir propaganda faaliyeti devreye sokulur.Hakikatte kaç tane Filistinli Müslümanın böyle bir yola tevessül etmiş olabileceği , bir genelleme yaparak katilleri temize çıkaracak argümanlara başvurmanın ne büyük aymazlık ve insanfsızlık olduğu düşünülmez.

İşte hakikat 1950’lerde büyük umutlarla israile göç eden ,hukuk öğrenimi gördükten sonra hayatını, tüm mesaisini ,bu ülkeyi terk etmek zorunda kaldığı güne kadar Filistinlilerin avukatlığına adayan, Polonya Yahudilerinden Felica Langer’in aktardığı, sayısız benzerleri arasında sadece bir tanesini tasvir eden yukarıdaki geçen olayda gizlidir…

KAYNAK

23 Ağustos 2006

TV Belâsı


Mehmet Şevket Eygi(17.08.2006)

TV Belâsı

ŞU hususlarda hiçbir şüphe, tereddüt yoktur. Bunlar kesinlikle doğru olan bilgilerdir. Sayıyorum:
(1) İslâm dini insanları azdıran, onları fuhşa, ahlâksızlığa, sefahate götüren, Allah’tan ve dinden uzaklaştıran kötü müziği yasak kılmıştır.
(2) Alkollü içkilerin azının da çoğunun da içilmesini yasak etmiştir.
(3) Kadınların seks aracı olarak teşhirini, evlilik dışı cinsel münasebetleri haram kılmıştır.
(4) İsrafı, lüksü, aşırı tüketimi, gösterişi kötülemiştir. “Allah müsrifleri sevmez” meâlinde ayet bulunmaktadır.
(5) Kumarı, lotaryayı, talih ve şans oyunlarını yasaklamıştır.
(6) Ribayı kesinlikle yasak kılmıştır, Kur’ân “Ribacılar Allah’a ve Resulü’ne savaş ilan etmişlerdir” buyurmaktadır.
(7) Allah insanlığa, İslâm dini ile birtakım hudud/sınırlar koymuştur ve bunları aşanları tehdit etmektedir.
Bu liste daha da uzatılabilir. Ancak burada bu kadarı yeterlidir.
Benim bu yazım dinden uzaklaşmışlara değil, dindar ve sofu geçinen Müslümanlara hitap etmektedir.
Şimdi zamane sofularına soruyorum:
Maslahatı ve hayırlı tarafı bir ise, mefsedeti ve şerli tarafı bin olan TV ile aranız nasıldır?
Televizyonu buzdolabı, çamaşır makinası, otomobil, telefon, mikro dalga fırın gibi her evde bulunması gereken normal ve faydalı bir cihaz gibi mi görüyorsunuz?
Öyle ise vah size, yazık size.
Televizyonun faydalı tarafları olduğunu inkâr etmiyorum. Benim dediğim onun bir faydası varsa, (bugünkü haliyle) bin zararı ve mefsedeti (fesatlı tarafı) olduğudur.
Yıllarca önce, misafir olarak bulunduğum bir evdeki televizyonda bir “Şaban filmi” gösteriliyordu. Şaban ve arkadaşları hazine aramak için tünel kazıyorlar ve bir eve çıkıyorlardı. Meğerse burası bir randevu evi imiş! İçeride müşteri bekleyen dekolte kıyafetli karılar vardı. Hafifmeşreb, edebsiz, rezil karılar. Misafiri olduğum zat dindardı, namaz kılıyordu, hacca gitmişti, karısı da tesettürlüydü. İki kızları, bir oğulları vardı. Ha ha ha, ho ho ho, hi hi hi bu filmi seyrediyorlardı...
Şimdi soruyorum: Bir Müslümanın böyle bir filmi seyretmesi caiz midir?
Televizyonu açıyorsunuz, karşınıza gayr-i meşru, evlilik dışı sevişme sahnesi çıkıyor. Amerikan filminde, evli karı kocasını, kocasının arkadaşı ile aldatıyor.
Çat başka bir kanala geçiyorsunuz, yeni model mayoları teşhir eden mankenler şehvetli bir şekilde podyumda yürüyor, kulakları sağır eden bir müzik veya kakafoni içinde.
Haberleri açıyorsunuz, doğrunun yanında bin türlü yalan, dolan, düzmece, aldatmaca var.
Tam dört saat süren bir açık oturum yapılıyor. Kakavan bir profesör İslâm mukaddesatına saldırıyor, ağız dolusu küfr ediyor.
Bir başka programda birkaç ilâhiyatçı reformculuk yapıyor, dinin kesin ve zarurî hükümlerine aykırı lâflar ediyor, naylon ictihadlar yumurtluyor.
Bir politikacı bozuntusu Şeriatı tahkir ediyor.
Dinsizler için bir problem yok ama bir Müslüman bu gibi programları, yayınları nasıl takip edebilir, nasıl seyr edebilir?
Eskiden Müslüman evlerinin bir dokunulmazlığı vardı. Kapıyı kapıyordun, içeriye fısk, fücur, nifak, şikak, günah, fuhşiyyat sokmuyordun. Şimdi televizyonlarla bütün bunlar Ehl-i İslâm’ın harîm-i ismetlerine girdi.
Eski ilmihal kitaplarında, hamamcı çocuklarının, diğer çocuklardan bir yıl önce bâliğ oldukları yazılırdı. Şimdi televizyonla bir değil, iki yıl önce bâliğ oluyor oğlanlar kızlar.
Televizyonların televole kültürü bu ülkeyi, bu halkı mavh etti bitirdi.
Ünlü bir sunucu bundan birkaç ay önce ne yaptı? Programdaki oyunculardan birinin arka tarafına geçti, ellerini kaldır dedi ve aniden pantolonunu indirdi. Meğerse adam don giymiyormuş, her tarafı göründü. Bir temaşa ki, sormayın.Ey sofular, ey dindar geçinenler siz mâsum çocuklarınıza bu gibi sahneleri seyr ettirmeyi doğru buluyor musunuz?
Yıllarca önce birtakım Müslüman cemaatler ve zümreler, taraftarlarından, Müslüman halktan büyük paralar topladılar ve bunlarla “İslâmî televizyonlar” kuracaklarını söylediler. Sonunda ne oldu? Bir kısım islâmî televizyonlar, Şer’a aykırı günah yayınlarda şer televizyonlarını geride bıraktılar.
Öylelerini gördük ki, bir tarafta “Musiki ile ilâhî okumak küfürdür” diye fetvalar verdi, öbür tarafta aynı kuruluşun televizyonunda hânendeler, sâzendeler, çıplak karılar, vur patlasın çal oynasın...
Beyler, islâmî televizyonlarınız hayırlı olsun!
Bazı Beyaz Türkler benim bu yazıma kızacaklar, “Efendi hangi devirdeyiz, televizyon gibi bir cihazın aleyhinde bulunulur mu? Sen gerici misin, mürteci misin, çağdışı mısın?..” diyeceklerdir.
Kızsınlar. Benim dinim bana, onların dini onlara. Hazret-i Muhammed’in Allah katından getirmiş olduğu hak dinde içki haramdır, kumar haramdır, kadınların çıplaklığı haramdır, fuhşiyyat haramdır, insanı azdıran ve kudurtan eğlenceler, işretler, sefahatler haramdır.
Ben Muhammedî’yim, Kur’ân’a ve Sünnete tâbiyim.Bir başka vatandaş sahte mesih Sabatay Sevi’ye tabi olabilir, onun şeriatını benimseyebilir. Onlar benim dinime karışamaz, bana baskı yapamaz, Anayasada, kanunlarda madde mi var, her vatandaş evine televizyon alacak, onu seyr edecek diye?
Soruyorum:
* İçki içmek mecburî midir?
* Kumar oynamak mecburî midir?
* Cinsel azgınlık ve ölçüsüzlük mecburî midir?
* İslâm’ın günah saydığı şeyleri yapmak uygarlık mıdır? Şayet bunlar uygarlıksa, ben de MehmedÂkif gibi ona “Tek dişi kalmış” sapık ve bozuk uygarlık diyorum.
Bu yazım, dindar ve sofu Müslümanlara bir uyarıdır. Sen kimsin demeyin, yazanı değil, Yazdıranı düşünün. Bendeniz değersiz ve derecesiz bir kişi olabilirim ama şu yazdıklarım doğru mudur, yanlış mıdır siz onlara bakın.
Televizyonlarınızı pencereden atmayın, birinin başına düşebilir. Kapıdan çıkartıp atın.“Biz onsuz yapamayız...” mı diyorsunuz. Öyleyse ne haliniz varsa görün!

22 Ağustos 2006

Ladybird

HHosgeldin

Nihayet Ladybird hanım aramıza döndü;)Kendisini çok özledik.Ama keşke buralardan gitmeseydi de biraz daha kalabilseydi:(

Güle güle git.Tez vakitte dön:(

Aramıza tekrardan hoşgeldin.Sefalar getirdin;)

20 Ağustos 2006

Cin Ali ve Yakari

Bu kitapları hatırladınız mı?;)

Ben ilkokula giderken çok severdim onları.Okumayı öğrenirken benimle beraberlerdi;)

Kitapların kokusu beynimde öyle bir yer etmiş ki Cin Ali dendiği zaman bile hatırlarım.O koku beynimde bi kalıba bürünmüş.Yaşamak lazım.Pek anlatılabilir cinsten değil;) Hakikaten benim çocukluğumun markalaşmış kitaplarıdır.Yaratıcısı iyi akıl etmiş.Cin Ali serisinden okumak için tıklayın;)


yakari
Ve çocukluğumun çizgi filmi;)Doğrusu konusunu hiç hatırlamıyorum.Küçük bir kızılderili çocuğun hayatıydı sanırım.Ama müziği beynimde fazlasıyla yer ettiği için kalıplaşmış.Farklı bir halet-i ruhiye verirdi bana dinlerken.Jenerik müziğini burdan indirebilirsiniz.
Eskiden tvde neler varmış, hatırlamak için burdan bakabilirsiniz.Genel olarak bile incelediğinizde Türk halkına empoze edilmeye çalışılan yozlaşmayı görmeniz hiçte güç değil.Özellikle çocukların beyinlerine işlenen bu tarz programlar ne yazıkki sorumsuz, dininini, milletini fazla tanımayan, batı medeniyetini kendine esas alan,kendi kültüründen uzaklaşmış nesiller doğurdu.Tüm bunları görebilmek gerçekten hiç zor değil.Şimdi ki çocukların ise hali daha kötü.Daha berbat programlar tvlerde umarsızca oynatılıyor.(Bi ara bu aptal kutusunun evlerden atılması ve alınmamasının gerekliliğine de değineceğim)
Türk insanını bilek kuvvetiyle yenemeyeceklerini ve onlardaki gücün imanlarından kaynaklandığını anladılar,bu imanı yok etmeye çalışıyorlar.Allah sonumuzu hayretsin.

17 Ağustos 2006

Utanıyoruz!...

Daha öncede bloguma koyduğum ancak kaynağından silinen flash animasyonuna yeni web kaynağı aldım.İzlemek için;

03 Ağustos 2006

Pembegül :)



Düğün Çok yakın bir akrabamızın düğününde giymek için işlediğim kurdela nakışlı şalvardan desenler...Gerçekte resimlerdekinden daha güzel görünüyor:) Yaparken bitmek bilmedi ve keşke başlamasaydım deyip durdum.Ama sonuç ortaya çıkınca iyiki yapmışım dedim:)

17 Temmuz 2006

Patimat

Bir kaç gün önce kütüphaneme okumak için kitap seçmeye yöneldim.En sevdiğim anlardan biridir kütüphanemin karşısına kurulup hangi kitabı okuyacağıma karar vermek.Kitaplar arasında şöyle bir göz gezdirirken geçen sene aldığım Ahmet Çınar'ın Herşeyi Yazamadım isimli kitabına el attım. Bu kitabı halamın kızında görmüş ve içindeki bir hikaye beni etkilediği için aynı kitaptan bende de olsun diye almaya karar vermiştim.Kitabı elime alınca o ilginç hadiseyi bir kez daha okudum ve üzüldüm.

Ahmet Çınar kitabında Kafkasya gezisini anlatırken rehberlerinin Şeyh Şamil'in kız kardeşi Patimat hakkında bir olay anlattığından bahsetmiş.Kitaptan olduğu gibi alıntılıyorum.İşte Patimatın hikayesi:

"Patimat'ın kendisini aşağıya attığı yer" yazan tabelanın önünde durduk. Yaşlı rehberimiz önce sustu biraz; duygulanmıştı; derin bir nefes aldı. "Ahhulgoh'ta artık neredeyse herkes ölmüştü. Patimat, Şamil'in yanında en az erkekler kadar çetin ve ustaca savaştı. Rusların tepeye hakim olmasıyla savaşarak taa buraya, en uç noktaya kadar geldi. Artık yapabilecek hiçbir şey kalmamıştı. Ahhulgoh'ta artık kan göletleri oluşmuştu. Rus askerleri top - tufekleriyle tepeye tamamiyle hakim olmuşlardı. Rusların kendi üzerine geldiğini gören Patimat, uçurumun kenarına iyice yaklaştı. Tam bu noktaya geldi. Baş örtüsünü çıkarıp gözlerini bağladı onunla. Kendisini oradan aşağıya atacaktı; ama, intiharın Allah tarafından yasaklandığını ve cezasının da çok ağır olduğunu biliyordu. Ellerini kaldırdı, 'Ya Rabbi! Görüyorsun, başka çarem yok. Ruslar üzerime geliyorlar. Biliyorum, intiharı yasakladın bizlere; ama, herhalde Sen de Rusların pis ellerinin bedenime değip beni kirletmesindense, Sana böyle tertemiz gelmemi istersin. Biliyorum, Sen affedeceksin beni!" dedi ve arkasından da "Lailahe illallah" diyerek attı kendisini aşağıya."
"Yaşlı rehberimiz olayı büyük bir metanetle anlatmaya çalışırken son cümlelerinde hıçkırıklarla ağlamaya başladı....
"O noktada Patimat'ın çok yakın dostu olan Allah'la konuşmasını dinlerken bir zerre onurun, bir zerre inancın bütün bir alem karşısındaki yüceliğini, anlamını çok iyi gördüm ve anladım." (s. 138)


Allah mazlumların yardımcısıdır. Onun gibi saf ve temiz yüreğe sahip olan birinin intihar etmesini Allah affedecektir inşallah.Ve inşallah ruslar tez zamanda artık akıllarını başlarına toplayıp Çeçenistan'a yaptıkları zulümlere bir son verirler. Çünkü ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar Çeçenleri yok edemeyecekler.

Çeçenistan'daki olaylardan haberdar olmak için şu linke tıklayabilirsiniz.Mail adresinizle buraya üye olabilir ve sürekli olarak haber alabilirsiniz.Malum medyada onların haberlerini bulmak imkansız.Hatta geçen gün haberleri izlerken kanald deki M.Ali Birand'ın haber programında Ruslar'ın öldürdükleri Şamil Basayev'i terörist olarak ilan ettiklerini işittim. Ülkesini haklı olarak savunmaya çalışan, Çeçen halkını korumaya çalışan bir insanı ne hakla terörist olarak gösterirler?! Şamil Basayev'le ilgili aşağıdaki yazıyı okumanızı tavsiye ediyorum.


Çeçenistan İçkerya Cumhuriyeti Parlamentosu Şamil Basayev'in ölümü ile ilgili olarak bir açıklama yayınladı.

Çeçenistan İçkerya Cumhuriyeti Devlet Başkanı Yardımcısı Şamil Basayev'in ölümü ile ilgili olarak Parlamento tarafından yayınlanan açıklama: Rus işgalcilerine karşı savaşan Çeçen askeri mücadelesinin liderlerinden biri olan Şamil Basayev öldü. Basayev, Kafkasya'da Rus yayılımcılığına karşı koydu. Bu rolde Kremlin ile önemli bir şekilde mücadele etti, onlara Rus işgalcilerinin suç metotları ile cevap verdi. Moskova onu tüm dünyaya kınadı, ama Ş. Basayev'in Rusya işgali ve Çeçen halkına yapılan soykırıma karşı savaştığını söylemeyi 'unuttular'! O suçlu bir politikacı değildi. Biz, Ş. Basayev'in Dağıstan'a, Rusya ordusunun Çeçen-İçkerya bölgesine saldırması ve sivil halka askeri hareket gerçekleştirmesinden yirmi gün sonra (17 Temmuz 1999) ancak Ağustos ayında sefer düzenlediğini hatırlıyoruz. Ve bu olayda Çeçen tarafına Rusya'ya saldırı suçlaması yapılması asılsızdı, Moskova tüm dünyaya Basayev birliğinin seferini saldırı olarak ilan etmişti. Biz Rusya şehirlerinde evleri kimin patlattığını hatırlıyoruz, Rezan'daki evin patlamasının ardından Kremlin'in foyası açığa çıkmıştı!Biz Rus eşkıyalarının Çeçenistan'da binlerce sivil insanı öldürdüğünü çok iyi hatırlıyoruz ve bunlardan kırk bini çocuk idi! Bu çetelerin başında bugün halen aslında yerleri uluslararası sanıklar sandalyesi olması gereken Rus generalleri bulunuyor. Ve onlar suçu Şamil Basayev'e yıkarak hukuki cezadan kaçamayacaklar. Biz Nord-Ost ve Beslan'ı da hatırlıyoruz! Tüm dünyada çok iyi biliniyor ki tüm bunların ardında insan düşmanı düşüncesiyle Kremlin duruyor. Moskova hükümeti, Nord-Ost'da Rusları öldürdü, Beslan'da Oset çocukları öldürdü, aynı şeyleri Çeçenistan bölgesinde de yaptı. Moskova- Kafkasya'da ve Rusya'nın kendisinde işlenen suçların ilham vericisi ve organizatörü.Cesaretli Çeçen delikanlıları ve kızları Nord-Ost ve Beslan'da halklarının kurtuluşu için karar aldılar, ancak bunun Moskova'nın elinde olduğu sonucunu düşünmediler. Onlar bunu savaşı durdurmak için başka yol kalmadığını düşünerek yaptılar! Onlar sadece barış istediler. Onlar daha başka bir şey istemediler. Onlar barış istediler, ancak sonuç yine Çeçen halkına yönelik olan Kremlin'in tuzakları oldu. Bunu artık herkes biliyor! Çeçen halkının anısında Şamil Basayev terörist veya eşkıya olarak değil her zaman onun koruyucusu olarak kalacak.İşgale karşı ve Çeçen halkına yönelik soykırıma karşı mücadele tükenmez ve Şamil Basayev gibi insanlar şimdiki ve gelecek nesiller için örnek olacak.Çeçenistan İçkerya Cumhuriyeti Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Ahyad İdigov,Çeçenistan İçkerya Cumhuriyeti Parlamentosu İnsan Hakları Komitesi Başkanı Beloyev Balavdi.

12 Temmuz 2006

M. Esed’in ve Ötekilerin Meâl ve Tefsirlerindeki Yanlışlar


Mehmet Şevket Eygi( 27.02.2006)


M. Esed’in ve Ötekilerin Meâl ve Tefsirlerindeki Yanlışlar

BELÇİKALI mühtedi Müslümanlardan Abdülaziz kardeşimizden bizzat dinledim:Şu anda tam tarihini hatırlamıyorum, 1975 veya 1977’de olacak, hacca gitmiş, dönüşte bazı İslâm ülkelerine de uğramış. Tanca’da meşhur Muhammed Esed’’i de ziyaret etmiş. Bu zat Avusturyalı bir Yahudi iken ihtida eden çok zekî, çok kültürlü, çok ziyalı (aydın) bir kişidir; Arapça dahil olmak üzere beş altı lisan bilirdi. Bizde daha ziyade, İngilizce’den Türkçe’ye çevrilen Kur’ân meâli ve tefsiri ile tanınır.Muhammed Esed, Tanca’da bahçe içinde bir villada yaşıyormuş.Abdülaziz ve yanındakiler kaşane gibi evde hazretin üçüncü hanımını görmüşler. Amerikalı bir hanımmış, dekolte kıyafetliymiş, elinde bir sigara ağızlığı varmış, misafirleri görünce “Hello!..” demiş.Belçikalı mühtedi dostum, büyük ve tanınmış bir İslâm mütefekkirinin (düşünürünün) hanımının kıyafetinden rahatsız olmuş; bize taaccüp ve üzüntü ile bahs etmişti.Muhammed Esed, rahmet-i Rahman’a kavuşmuş bulunuyor. Aleyhinde konuşmak istemem. Lâkin İngilizce’den Türkçe’ye çevrilen ve epey “sükse” yapan Kur’ân meâli ve yorumu hakkında Müslüman kardeşlerimi uyarmak isterim.Beyan dergisinin 47’nci sayısında (Ocak 2003) Ahmet Tekin imzasıyla bir makale yayınlanmış, bunda Esed’in kitabı tenkit edilmişti. Bu tenkitler üzerine Yeni Şafak gazetesinde Sami Hocaoğlu takma adıyla Mustafa İslamoğlu, Esed’in müdafaasına soyunmuş, yedi gün boyunca Ahmet Tekin’in, Esed’i tenkit eden bendenizin, tefsir profesörü Suat Yıldırım’ın haksız olduklarını iddia etmişti.Esed’in Kur’ân meâl ve yorumu “Kur’ân Mesajı” adını taşıyor. Bir gazete tarafından Ramazan’da okuyucularına dağıtıldığı için hayli yayılmıştır.Önce bu kitabın İngilizce aslı ile ilgili bilgi vereyim:“Bu tefsirî meâl, merkezi Mekke’de olan Rabitâtü’l-Âlemi’l-İslâm tarafından M.Esed’e yayınlanmak üzere sipariş ediliyor. İlk cildi Cenevre’de basılıyor. Rabıta, Nedvî’nin, sekreterinin ve merhum Hasanü’l-Benna’nın damadı Dr.Said Ramazan’ın da içinde bulunduğu sekiz kişilik bir heyeti bu kitabı inceleyip duyurmak ve Avrupa’da dağıtımını sağlamakla görevlendiriyor. Heyet, inceleme sonucu, bu kitabın yayılmaması, Müslümanlara dağıtılmaması sonucuna varıyor ve basılan 100 bin adet kitabı, hamur yapılmak üzere kâğıt fabrikasına gönderiyorlar. Bunun için M. Esed’e ödenen paranın da geri istenmemesine karar veriyorlar. İslâmî bir kuruluş olan Rabıta’nın yayınlamaktan vazgeçtiği bu kitabı M.Esed Darü’l-Endülüs’te basma yoluna gidiyor. Bu hadisenin bütün safahatı ile birlikte görgü şahidi sayın Doç. Dr. Mustafa Bilge bu yazdıklarımızı te’yide her an hazırdır.” (Kur’ân Yolunda Kalem Oynatanlar, Ahmet Tekin, Kelâm Yayınları, İst. 2006, S. 170)Değerli Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Esed’in tefsirli meâlini okumuş ve konu hakkında ilmî bir rapor hazırlamıştır. Kitapta vahim ve büyük yanlışlıklar olduğunu iddia etmektedir. Prof. Suat Yıldırım da Esed’in kitabını tenkit edenlerdendir.Şimdiye kadar değerli eserler telif etmiş ve yayınlamış bulunan Ahmet Tekin hoca, “KUR’ÂN YOLUNDA KALEM OYNATANLAR” adıyla 335 sayfalık bir kitap çıkartmış bulunuyor. Bu kitapta:(1)Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 300 bin dolar telif ücreti ödenerek Prof. Hayreddin Karaman’a, Prof. Mustafa Çağrıcı’ya, Prof. İbrahim Kafi Dönmez’e, Prof. Sadettin Gümüş’e hazırlatılan “Kur’ân Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir”,(2) Eski Diyanet İşleri Başkanı Prof. Süleyman Ateş’in “Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri”,(3) Yahudilikten İslâm’a dönmüş merhum M. Esed’in “Kur’ân Mesajı”, (4) Meşhur Yaşar Nuri Öztürk’ün Yüce Kitabımızın meâllendirilmesi ve yorumlanması konusundaki sayısız büyük yanlışları ortaya konulup tenkit edilmektedir.Son yıllarda ülkemizde Kur’ân meâllerinin ve tefsirlerinin sayısı hayli çoğaldı. Bu meâl ve tefsirler niçin yayınlanıyor? Bu konuyu aydınlatalım:(1) Bir kısım müfessirler sırf Allah rızası için, Kur’ân-ı mübîne bir hizmet olsun diye meâl ve tefsir yazmakta ve bunları ya kendileri bizzat yayınlamakta, yahut bir yayıncıya verip telif ücreti almaktadır. Meâl ve tefsiri para kazanıp zengin olmak niyet ve kasdı ile hazırlamayanların bir miktar telif ücreti almalarında bir mahzur (sakınca) ve ahlâksızlık olmasa gerektir.(2) Bazıları Allah rızası için değil de sırf para kazanmak, zengin olmak, köşeyi dönmek için meâl ve tefsir hazırlayıp bastırmaktadır. Bunların yaptıkları “Âmeller niyetlere göredir” hadîsine göre değerlendirilir.(3)Meâl ve tefsir yazan bazı kimseler icazetli din âlimidir, kendilerinde müfessirlik ehliyeti vardır. Tefsirlerini rivâyet ve dirayet metodu üzerine yaparlar ve Ehl-i Sünnet yolundan ayrılmazlar. Tefsir perdesi altında dinde reforma, tahrife kalkışmazlar. Bunların tefsirleri muteber tefsirdir.(4) Bazı kimselerin ilmi, Arapçası, ehliyeti, icazeti yoktur.Bu gibilerin yazdığı meâl ve tefsirler “Hevâ ve re’y tefsiridir” ve kesinlikle makbul değildir.(5) Bazı yayınevleri Fransızca’dan, İngilizce’den Kur’ân meâli tercüme ettirmektedir ki, bunun ciddiyetsiz bir iş olduğunu söylemeye bile lüzum yoktur.(6) Birtakım fesat komitaları dinimizi bozmak, Müslümanların kafalarını karıştırmak, İslâm’ın temellerini dinamitlemek için kasıtlı olarak bozuk fikirler, görüşler, ihtiva eden tefsir ve meâl çıkartmaktadır. Son olarak “Dinde Reform... Dinde yenilik...Dinde değişiklik... Light/ılımlı İslâm... Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü...” modaları ve cereyanları çıkartılmıştır. Birtakım tefsir ve meâllerde bu fikirler işlenmektedir.(7) Ülkemizde bazı ilâhiyatçıların (bazı dedim, hepsini kasd etmiyorum) Farmason Cemâleddin Afganî’nin müridi oldukları herkesçe bilinen bir gerçektir. Cemâleddin Afganî her Müslümanın ictihad yapmasını isteyen bir kişiydi. İşte onun bugünkü talebeleri, ağlarına düşürdükleri Müslümanlara yanlışlarla dolu meâl ve tefsirler vermekte ve “Alın kutsal kitabınızı elinize ve dininizi kendi kafanıza göre yorumlayın” dercesine cahillere ictihad kapısını açmaktadır.Reformcuların, yenilikçilerin, mezhepsizlerin, Afganîcilerin, Diyalog ve Hoşgörücülerin üzerinde en fazla durdukları ayet Bakara Sûresi’nin 62’nci ayetidir. Onlar bu ayeti yanlış yorumlayarak; Hz. Muhammed’i (Salat ve Selam olsun ona), Kur’ân-ı Kerim’i, İslâm dinini inkâr eden Ehl-i Kitabı cennete sokmakta, onları ehl-i necat olarak görmektedir ki, bu yorumları İslâm dininin ruhuna, Kur’ân’a, Peygamberin risaletine ve tâlimatına tamamen aykırıdır.Milyonlarca Müslümanın yeni Kur’ân tercüme, meâl ve tefsirleri konusunda mutlaka uyarılması gerekmektedir. Bu uyarı birkaç bin tiraj yapan kitaplarla olmaz. Konuyu çok güzel anlatan ve aydınlatan broşürler hazırlanmalı ve bunlar milyonlarca adet basılmalıdır.Bazı bozuk meâl ve tefsirlerde “Üç semavî din... Üç tevhid dini... Üç İbrahimî din...” gibi tâbirler geçmektedir. Bunlar İslâm’a uygun değildir.* Hazret-i Adem’den bugüne kadar tek geçerli din İslâm’dır.* Atamız İbrahim aleyhisselam Yahudi ve Nasranî değildi, Müslümandı.* Allah İslâm’dan başka bir din kabul etmez,* Allah katında hak ve geçerli din İslâm’dır.* İslâm’ın dışında necat yoktur.* Bütün peygamberlerin, Hz. İbrahim’in, Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın dini İslâm’dır.Resûl-i Kibriya aleyhissalâtü vesselâm efendimizin risâleti ve dâveti kendisine ulaştıktan sonra bunları inkâr ve tekzip eden kâfirdir ve cehennemde muhalled kalacaktır.Müslümanlar Müslümanlar Müslümanlar!... Kur’ân ve meâl ve tefsiri alırken şu hususlara dikkat ediniz:(1) İcazetli bir din alimi tarafından yazılmış olsun,(2) Bu âlim, müfessirlik ehliyetine sahip bulunsun,(3) Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolunda ve çizgisinde bulunsun,(4) Mezhepsiz ve reformcu olmasın,(5) Diyalogcu ve hoşgörücü olmasın.(6) Mason Afganîci olmasın.(7) Tefsire ve meâle kendi kafasından, heva ve re’y mahsulü fikir ve görüşler koymasın.Muhammed Esed’e Allah’tan rahmet diliyorum, taksiratının afv edilmesi için dua ediyorum. Esed kesinlikle müfessir değildir. Mühtedi olmak, çok geniş bir kültüre sahip bulunmak, zeki olmak tefsir yazmak için yeterli şartlar değildir. O bir fikir adamıdır. Vaktiyle Cenevre’de basılan ve sonra bir heyet tarafından tedkik edilen ve nüshaları kağıt fabrikasına gönderilerek imha edilen bir “Tefsir bi’l-heva ve’r-re‘y” nasıl oluyor da Türkiye’de yayınlanıyor ve halkımıza, gençliğimize sunuluyor?Ben bir Müslüman olarak dinimi Esed’den öğrenmem.Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Ona rahmet dilerim, yanlışları konusunda din kardeşlerimi uyarırım.Sevgili Müslümanlar!.. Akıllı olalım, mantıklı olalım, uyanık olalım, firasetli olalım, dikkatli olalım, ihtiyatlı olalım...(Ahmet Tekin hocanın kitabını okuyunuz. KUR’AN YOLUNDA KALEM OYNATANLAR. Kelam Yayınları. Tel: 0 216/651 78 21... 0 533 336 65 70... e-mail: canday@mynet.com.

27 Haziran 2006

ABD-Irak

Irak 1972'de petrol sanayîni kamulaştırınca ABD onu terörü destekleyen ülkeler listesine aldı.Fakat Irak İran'ı işgal edince Saddam Hüseyin'e destek vermeye, BM'de Irak işgalini kınayıcı kararları veto etmeye başladı ve terörü destekleyen ülkeler listesinden çıkardı.Ancak 1988'de Irak ile İran arasında ateşkes imzalanması üzerine planlarda Irak düşman devlet olarak teşhis edilmeye başlandı.Irak'ın Mart 1988'de Halepçe'de Kürtlere karşı zehirli gaz kullanarak katliam yaptığı biraz geçte olsa 8 Eylül 1988'de hatırlandı ve dünyaya ilan edildi.*

20 Haziran 2006

Münir Özkul

Geçen gün TV5'te yayınlanan Yüzleşme programına değerli yazarlarımızdan Vehbi Vakkasoğlu konuktu. S., M. Kayaoğlu kardeşler kendisiyle çok hoş bir sohbet yaptılar. Vehbi Vakkasoğlu hocamızın deyim yerindeyse ağzından bal damlıyordu. Allah ondan razı olsun. İyi ki onun gibi yazarlarımız var.

Münir Özkul'la ne ilgisi var bu sözlerin diyeceksiniz. Hemen anlatayım. Programda Vakkasoğlu'nun "Allah'ı Nasıl Anlamalı, Çocuklarımıza Nasıl Anlatmalı" isimli kitabından bahsedildi. Bu kitapta Vehbi V. Münir Özkul'la yaşadığı bir diyaloğa yer vermiş ve bunu programda da seyircilerle paylaştı. Hatırladığım kadarıyla sizlere aktarayım.

Bu yaklaşık 20 sene önceki bir diyalog.Yani Münir Özkul 60 yaşındayken.

Münir Özkul:Ben müslüman olmak istiyorum.(?!)

Vehbi Vakkasoğlu:Nasıl yani siz müslüman değil misiniz?Nüfus cüzdanınızda İslam yazmıyor mu?

M.Ö.:Yazıyor ama değilim.

V.V.:Bu zamana kadar peki neden olamadınız?

M.Ö.:Müslümanlar beni iki kere püskürttü.

V.V.:Nasıl yani?

M.Ö.:Anlatayım. İlkinde ilkokula gidiyordum. Öğretmenler güüydü ve öğretmenime çiçek toplamak için okulumun hemen yanında bulunan bir caminin bahçesinden çiçek koparmak istemiştin. Tam çiçeği koparmak üzereyken birden karşımda iri yarı, cübbeli, takunyalı dev bir adam gördüm. (V.V. yorum:Caminin imamı,çok gözüyle imamı anlatıyor)Heeeyyhtt! demesiyle kaçmam bir oldu. Bu durumu öğretmenime de anlattım. O da bana (V.V. yorum:İnançsız bir öğretmen olsa gerek) "iyi ki seni kesmemişler" dedi. Bir daha bir cami önünden bile geçmedim, hep uzak durdum.

Ve artık 27 yaşıma gelmiştim. Tiyatrocuydum. Ateisttim. Ama içim boşluktaydı. Mutsuzdum. En sonunda bu böyle olmaz deyip bir camiye gidip namaz kılmak istedim. Çevremde tek namaz kılan hattat Uğur abiyi aradım. O da tamam dedi. Biz filanca camide buluşmak üzere sözleştik. Bana hatta Nurullah Hocanın sohbeti de var, dinleriz dedi. Buluşma yerimize tam vaktinde geldim. Ama arkadaşım henüz gelmemişti. Sonra ne yapacağımı bilemez vaziyette yarım yarımalak bir abdest aldım. Camide de herkes bana bakıyordu. Bende tabi uzun favori, deri ceket vardı. Ve gene ne yapacağımı bilemez halde yaşlı bir dedeyi takip ettim. Hiç olmazsa o nereye gidiyorsa bende gider o ne yapıyorsa bende yapardım. Dedeler sevimli olur ya hani bana yol gösterir diye umdum. Camiye girdik. Çok kalabalık ve sıkışıktı. Yaşlı dedenin yanına oturdum. Çok kalabalık olduğundan dedeyle sıkıştık. Bu arada da hep arkadaşımı gözlüyordum gelsede bana ne yapacağımı söylese diye. Sonra sohbet filan güzeldi ama tam namaza kalkmamızla ve o esnada benim arkadaşımı kapıda görmemle birlikte yaşlı adam bana bir osmanlı tokadı indirdi. Neye uğradığımı şaşırdım. Hemen dışarıya koştum. Kendimi caminin avlusunda buldum. Bir daha da hiç uğramadım camiye. Hayatıma ateist olarak devam ettim. Ama ölüm yaklaşıyor. Müslüman olmak istiyorum.

Babam çok takvalı bir insandı. Son nefesini verirken bana "Şartlar elvermedi. Sana iman namına hiçbirşey öğretemedim. Ama sana tavsiyem adın gibi, soyadın gibi ol. Hatta kul değil özkul ol!" dedi.

(V.V.yorum:Camilerden kaçırdığımız bir sürü insanımız var. Hal ve haraketlerimize çok dikkat etmeliyiz.)

İnternetten öğrendiğime göre şimdi 80 yaşında olan Münir Özkul bunama hastalığına yakalanmış. Eskiye dair hiç birşey hatırlamıyormuş. Yaşadıklarında mutlaka bir hayır vardır. Tesadüf değil tefavuktur. İnşallah imanını koruyarak hakkın rahmetine kavuşur. Allah günahlarını affetsin.

Not:Daha önce Vehbi Vakkasoğlu'nun Bir Destandır Çanakkale isimle eserinden bahsettiğim yazımı mutlaka okumanızı öneririm.

15 Haziran 2006

Beşiktaş-Ortaköy

Üniversiteden arkadaşlarla gezmeye çıkalım dedik.Nereye gidelim derken uzun zamandır gitmek istediğim, eskiden padişahların da mesire yeri olarak gittikleri Ortaköy'ü önerdim.Böylelikle düştük yollara:)

Önce Üsküdar'dan Beşiktaş'a aşağıda gördüğünüz tekneyle geçtik.


Deniz yolunda Kız Kulesine el salladık;)Osmanlı bir su medeniyetiydi. İşte örnek; Beşiktaş'ta ki çeşme. Çok silik göründüğü için adını okuyamadım.Bilenler var mı?

Çeşmenin mimarisi ne kadar güzel yapılmış.Şimdi çok bakımsız görünüyor.Dolmabahçe sarayına da girelim dedik gitmişken ama 09-16 arası açık olduğu ve saat de 17 yi gösterdiği için giremedik.Sonra Deniz Kuvvetlerinin Resim ve Sanat Galerisine girdik. Bina tarihi bir binaydı.Aşağıda gördüğünüz gibi çok güzel ve ihtişamlı bir mimarisi vardı.
Sergide Sultan Abdülmecit'in kendi eliyle yaptığı resim bile vardı. Çok güzel bir resimdi.Kendi fotoğraf makinam olsaydı çekerdim.Ama arkadaşımın cep telefonunu kullandım resimleri çekerken ve sergide kapanmak üzere olduğundan aceleden istediğim fotoğrafları çekemedim. Üstelik telefonun şarjı da sürekli ben bitiyorum diye uyarı veriyordu;):( İnş. başka sefere...
Sadece 2 tane resim çekebildim. Aşağıdaki Osman Hamdi'ye ait Sarı Cübbeli Adam Resmi.18/02/1910 yılında yapılmış.

Bu resimde Yıldız Sarayı Şale Kasrı Hümayunu.Ressam:ŞefikBeşiktaştan Ortaköy'e yürüyerek gittik.Bu sayede gezmiş olduk heryeri.Türk mimarisiyle yapılmış binalar her zaman ki gibi ilgi odağımdı.
Dükkanları da gezdikten sonra "Ortaköy'e gelinirde kumpir yenmez mi hiç" dedi diğer arkadaşım;) Kumpirlerimizi yedikten sonra aşağıda resimde gördüğünüz banklardan ortadakine oturup denizi, tarihi Ortaköy Camî'ni ve ve boğaz köprüsünü seyre daldık.


Güzel bir gündü.Bir kere daha övündük ecdadımızla;)Daha başka yerlere de gidecektik ama vakit çok geç olduğu için gidemedik;)Bir daha ki sefere başka bir yerde buluşmak için karar kıldıktan sonra hepimiz evlerimize döndük.