18 Mayıs 2006

Babaannemin Evi...

Bir önceki yazımda da bahsettiğim gibi şehir dışına babannemim yanına seyehate gittim.Halen ordayım.Burdaki atmosfer gerçekten çok güzel.Anadolunun şirin, küçük bir kasabası burası:)Baharında gelip havaların ısınmasıyla hiç evde durmuyorum.Gerçi buraya gelince karlı günlerde bile sürekli geziyorum:)Günde en az 3 kere farklı farklı yerlere gidiyorum.Şehir hayatının keşmekeşinden, betonarme binalardan, hava kirliliğinden kısa bir süre içinde olsa kurtulmuş bulunuyorum.Burda keyfim yerinde:)O yüzden dönüşümü perşembeden pazara aldım:)

Kimi zaman gittiğim yerlerde yatıya kaldığımdan babaannemin güzelim evinin keyfini henüz çıkartamadım:)Şimdi de yatıya geldiğim halamın evinden yazıyorum.Ama yarın kesinlikle babannemin evinde kalacağım.Çok şirin, ahşap, tipik Türk Mimarisiyle yapılmış bir evi var.Yaklaşık 50 yıl önce yapılmış.Kasabaya her türlü malzeme gelmez.Halen bile öyleyken 50 yıl öncesini düşünün.Anca resimlerde gördüğünüz şekilde ve maddi imkanların elverdiği kadarıyla yapılmış.Blogdaki ilk yazımda da dediğim gibi her Türk imkanlarının nispetininde kendi mimarisine uygun evler yaptırmalı.Ne yazık ki burda da eski evler yıkıldığı zaman yerine Türk mimarisiyle alakası olmayan beton binalar dikiliyor.Halbuki mekan, yuva, yaşanan yer çok önemlidir insan hayatında.Ve ne yazıkki pek çok şeyden uzaklaştığımız gibi bizim kültürümüzün bir parçası olan mimarimizden de uzaklaşıyoruz.İçinde durulamayacak evler yapıp sanki zoraki hayatlar yaşıyoruz.Koskoca İstanbul'da bile 3 tane Türk evi olduğunu söylüyor Eygi.İstanbul bizim ama görünüm itibariyle bizden uzak.Sanki batılı bir milletin.

Günün birinde imkanım ve fırsatım olursa kendi oturacağım evi klasik Türk mimarisiyle inşa ettireceğim Allah'ın izniyle:)

Rahmetli aninemin(biz anneanneye anine deriz) evini de göstermek isterdim ancak fotoğraf makinasını sahibine teslim etmem gerektiği için fotoğraflarını çekemedim.Artık başka sefere.

Şimdi bu tarz dolaplar yapan ustalar öldüğü için ne yazıkki yeniden yapmaya kalkanlar yaptıramıyorlar.Bir tanıdığımız burda bu camlı dolaplardan yaptırmak istemiş ama yapacak usta bulamadığı için yaptıramamıştı.

Kullandığım bilgisayarda uygun program olmadığı için resmi çeviremedim:)Yeni program kurmak içinde sabrım yok.Çünkü bilgisayar çoook yavaş çalışıyor.

09 Mayıs 2006

Vitray Kırkyama Masaörtüsü ve Dil Sorunu



Şehir dışında olduğum için nete girme fırsatı pek bulamıyorum.Ancak kuzenlerimin(bu kelimeyi de hiç sevmiyorum!) evlerine gittiğim zaman bilgisayara girme fırsatım oluyor.1-1,5 hafta sonra eve döneceğim.O zamana kadar da sık sık nete girme fırsatım olmayacak.Benim için iyi de olacak.Çünkü bu esnada bilgisayara bağımlı yaşamaya ara verip, zamanımı pc başında harcamayıp fiziksel ve manevi zararlarından bi süreliğine uzak duracağım.Ama malesef kendimi frenleyemiyorum.Çünkü her bulduğum yerde hemen pcye yapışıyorum:(

Gelgelelim yukarıda ki resme.Bu benim gittiğim mefruşat kursunda yapmış olduğum vitray kırkyama çalışması.Kalıpların bazılarında nette bulduğum cama yapılan vitray örneklerini kullandım, bazılarında kendi ellerimle çizdiklerimi kullandım,mesela küpe çiçeğini.Yani bağlı kaldığım herhangi sabit bir kalıp yok.Aslında masaörtüsü yerine yatakörtüsü yapmak isterdim bu çalışmayı.Ama her bir kareyi bir günde bitirebildiğimden üzerinde daha fazla zaman kaybetmeyip başka bir elişine başlayabilmek için hemen bitirip sonucu görmek istedim.Artık günün birinde fırsat bulursam her kareyi farklı bir çiçek yaparak yatak örtüsüne çeviririm.Bu arada Ortada da ki çizgileri sökeceğim.

Kırkyama yada zamanımızın moda tabiriyle PATCHWORK tamamen bizim kültürümüze ait bir elişi çalışması.Ama malesef bu sanat dalımızı yeterince koruyamıyoruz ki batılılar bunuda sahiplenmişler, geliştirmişler.Ve ne yazık ki bizede kendi kültürümüzün bir parçası olan bu el sanatımızın sanki bize ait değilmiş gibi reklamı yapılmakta.Üstelik onların kullandıkları isimle.Peki biz niye buna göz yumup sesizimi çıkarmıyoruz?Neden değerlerimizin kıymetini bilmiyoruz,neden lalemizin ününü başka milletlere kaptırdığımız gibi kendimize ait sanatımızı geliştirip korumuyoruz, neden orda burda patchwork deniliyor?Sadece bu kelimede değil başka kelimelerde de kendi dilimizden utanır gibi batı menşeli kelimeler kullanıyoruz. Örneğin iğne oyası yerine brezilya nakışı, yukarıda bahsettiğim gibi yeğen yerine fransızca kökenli kuzen kelimesini kullanmamız gibi.Örnekleri artırmamız hiç zor değil:(Bu konu da yani harf inkılabı gibi dilde sadeleştirmeye gidilmesi beni üzen yüreğimde sızım, gözümde yaşım dediğim konulardan biridir.

İnşallah yeni nesiller(eskilerden umudumu yitirdim) kendi kültürünün değerini çok iyi bilir, anlar ve o mihval üzere yaşarlar, bizi aslımızdan uzaklaştıracak eylemlerde bulunmayıp değerlerimizi, örf ve anenelerimizi bilinçli bir şekilde korurlar.

02 Mayıs 2006

Özal Niçin Öldürüldü Laiklik Meselesi


Mehmet Şevket Eygi( 30.04.2006 )

Özal Niçin Öldürüldü Laiklik Meselesi

MERHUM Turgut Özal niçin öldürüldü biliyor musunuz? Öldürüldü mü? Evet öldürüldü... Niçin? İşte orasını söylemek, tartışmak çok zor. Ortada şöyle bir iddia var (yeni değil...): Türkiye’deki birçok krizi, ârızayı hallettikten sonra merhum, şu laiklik meselesini de rayına oturtmak, açıklığa kavuşturmak istiyordu. Yanlış anlaşılmasın, laikliği kaldırmak istemiyordu, sınırlarının çizilmesini istiyordu. Târifi yapılsın, nedir ne değildir, iyice bilinsin. Herkesin kendi işine geldiği şekilde yorumlamasının önüne geçilsin...
Bu laiklik meselesi halledilince, Türkiye’deki bütün krizlerin ana sebebi olan tarihî ârıza da giderilmiş, tarihî devamlılığa dönülmüş olacaktı.
Bu konu ile ilgili raporlar hazırlatmaya başlamıştı.
Sonra ansızın ölüverdi...
Şimdi fen ilerledi, adam öldürmenin yolları, usûlleri de çoğaldı.
Her neyse, Özal rahmet-i Rahman’a kavuştu, laiklik meselesinin açıklığa kavuşturulması dosyası da rafa kaldırıldı.
Bizdeki laiklik, Atatürkçülük gibidir.
Mecburen herkes Atatürkçüdür. Ama nasıl Atatürkçü?.. Marksistin Atatürkçülüğü başkadır, milliyetçinin başka, İslâmcı politikacının başka, Selânik Dönmesinin başka... Toplumumuzda ve medyada öyleleri var ki, hem koyu Atatürkçü geçiniyor, hem de Nazım Hikmet aşığı ve hayranı. Yahu bu iki taraftarlık bir arada olur mu? Nazım, Atatürk rejmini devirmek istememiş miydi? Atatürk zamanında yakalanıp mahkum edilmemiş miydi? Onbeş sene zindanda kalmamış mıydı?
Farmasonların Atatürkçülüğü de bir âlemdir. Atatürk Mason localarını kapattırdı, üç yıldızlı kardeşler derin uykulara daldılar ve şimdi kraldan ziyade kralcı şekilde Atatürkçülük yapıyorlar.
Laiklik de böyledir. Laiklik üzerine yemin etmeden milletvekili olmak mümkün müdür? Değildir. O halde sağcı solcu, ilerici gerici, dinci çağdaş, milliyetçi kozmopolit, şucu bucu, ocu mucu; ne kadar klik, hizip, fırka, taife varsa hepsi de laiktir. Ama nasıl laik? Kendi işine nasıl geliyorsa öyle laik.
Türkiye’mizde iki iktidar vardır:
Birincisi, herkesin bildiği, seçimlerle başa geçen iktidar.
İkincisi seçimle gelmeyen, yerinden oynamayan gizli ve derin iktidardır ki, birincisiyle arasında bir anlaşmazlık olduğu taktirde onun sözü geçer.
Bazıları buna derin devlet diyor.
Bu derin devletin, bildiğimiz Anayasa’dan başka gizli bir Anayasası vardır. Halk bunu bilmez, çok az sayıda (yirmi otuz) nüsha bastırılmış, imza mukabilinde ilgililere verilmiştir ve kasalarda saklanmaktadır.
Türkiye’de iki egemenlik vardır. Biri “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” tekerlemesiyle ifade edilen, hepimizin bildiği göstermelik egemenlik, diğeri derin egemenlik.
Başörtüsü krizini ele alalım. Bu konuda anlaşmazlık, tartışma, şikâyetler var. Normal olarak ne yapılması gerekir?
Ya halkın seçtiği Millet Meclisi bu konuda bir karar verir, meseleyi çözer. Yahut halka müracaat edilir, bir halkoylaması yapılır, onun neticesi kabul edilir. Bizde bu ikisi de yapılmıyor. Derin devletin, derin anayasası uygulanıyor. Gerekçe nedir? Laikliktir. Hangi laiklik? Onların laikliği.
Millet Meclisi Başkanı Bülent Arınç kırmızı kitap (derin Anayasa), derin devlet, laiklik konusunda biraz açık ve sivri konuşunca bütün derinciler harekete geçtiler. Olur mu böyle şey... Oluyor işte...
Böyle tartışmaların yapılmaması, derinlerin derinliklerinin ortaya çıkmaması için vaktiyle tedbir almaları, Müslümanlara ilkokul tahsilinden sonra tahsil yaptırmamaları gerekirdi.
Ülkede yüzlerce (iyi veya kötü, şöyle veya böyle) üniversite açtılar. Müslümanlar da buralarda çocuklarını okuttu. Onlar da, bütün engellemelere rağmen elbette bir yerlere gelecekler.
Merkez Bankası’nın başına geçen zatın hanımının resmini görünce ağır ve “derin” bir şok geçirdiler. Kadın başörtülü ve evinin kapısı önünde de birkaç ayakkabı görülüyor. Eyvah ki eyvah! Anadolu Müslümanları, Beyaz Türkleri (Kimler bunlar?) tasfiye mi ediyor yoksa...
Merkez Bankası başkanının eşinin başörtülü olması, evinin önünde birkaç çift ayakkabı bulunması laikliği tehdit eder mi? Etmez ama onlar eder diye düşünüyor. Niçin? Menfaatlerine gelmiyor da ondan. Merkez Bankası müdürünün Beyaz Türk veya Selanik Dönmesi olması gerekir. Çünkü Altın Buzağı hazinelerinin anahtarı ondadır.
Bu memleketin Müslümanları yakın tarihte çok büyük hatâlar ettiler. Bunların birkaçını sayayım:
(1) En zeki, en kabiliyetli ve istidatlı çocuklarını doktor ve mühendis yetiştirdiler. Halbuki:
(2) En zeki, en kabiliyetli, en istidatlı, en parlak çocuklarını öncelikle öğretmen ve eğitimci olarak yetiştirmeleri gerekirdi.
(3) Eğitimden sonra hukuka ve siyasal bilgilere önem vermeleri ve orada da yeterli miktarda güçlü, vasıflı, üstün elemanlar yetiştirmeleri icab ederdi.
(4) Medya ve iletişim sahasında Müslümanları birinci ligin önüne çıkartacak güçlü ve vasıflı elemanlar yetiştirmeleri gerekirdi.
(5) Dört beş lisan bilen, Avrupa ve Amerika üniversitelerinde doktora yapmış dünya çapında elemanlara sahip olmaları gerekirdi.
Maalesef Müslümanlar bu saydıklarımı yapmadılar. Az sayıda güçlü eleman yetiştirdiler ama bu yeterli olmadı.
İslâmî kesimde maalesef bol bol arivist (ikbal avcısı) yetişti.
Dine, ülkeye, halka, devlete hizmet edeceğiz diye; kötü düzenin, bozuk sistemin yağlı kemiklerine saldırdılar, haram rantlar yemeye başladılar. 1970’li, 80’li yıllarda cart curt eden nice Radikal şimdi mücahidliği bırakmış, müteahhitliğe başlamış ve kısa zamanda köşeyi dönmüştür.
Müslümanların ana vazifesi muhalefettir. Nasıl bir muhalefet?
– Yapıcı bir muhalefet,
– Vasıflı bir muhalefet,
– Aydınlatıcı ve uyarıcı bir muhalefet...
Tabiî ki, böyle bir muhalefetin, yapanlara maddî kazanç temin etmesi mümkün değildir.
Türkiye’deki “derin” bozukluğu ve çarpıklığı ucuz şifahî bir edebiyatla, avamî (popülist) sloganlarla düzeltmek mümkün değildir.
Derin devletçilerin, Beyaz Türklerin istismar ettikleri laiklik de öyle kolay ve ucuz bir şekilde sınırına çekilemez, açıklığa kavuşturulamaz.