26 Şubat 2006

Rebecca...

Vakit gazetesinde yer alan aşağıdaki yazıyı sizinle paylaşmak istedim.Bir hidayet öyküsünü daha dinlemek çok sevindirici.

NASR SURESİ
Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla
110/1: Allah'ın yardımı ve fetih geldiği zaman,
110/2: Ve insanların Allah'ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde,
110/3: Hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.
.....................................................................................



Merve Kavakçı

Rebecca.. Tarih : 24.02.2006

İlk defa sınıfın kapısının yanında koridorda yerde otururken görmüştüm onu. Bilmem nedendir dikkatimi çekmişti. İçeriye girmek için bir önceki dersin öğrencilerinin sınıftan çıkmasını bekliyordu. Amerikan kültürünün günlük hayata yansıyan, bizce yadırganan özelliklerinden biri de açık, kapalı her mekânda yere oturuvermeleri, yerlerin tadını pek güzel çıkarmalarıydı. O da sırtını duvara dayamış, koridora ayaklarını uzatmış, dizindeki kitabı okuyordu.
Zaman içerisinde birbirimizi tanıdık. Sakin yapılıydı, hareketlerinde hemen insanın dikkatini çeken bir asalet vardı, alımlı bir genç kızdı. Bir defasında kadınları kastederek, “Bunların giyiniş tarzı sizi rahatsız etmiyor mu? Ben bir Amerikalı olarak rahatsız oluyorum” demişti. Gülümsemiş, “Açıkçası, beni rahatsız etmiyor, ben onları görmüyorum bile. Benim kendi ülkemde bu üniversite gibi bir eğitim kurumunda bu kıyafetimle ‘var olabilmem’ mümkün olmadığı için, ben ancak bu nimetin tadına varmakla meşgulüm, onlar dikkatimi çekmiyor” demiştim.
Zamanla Türkiye’ye duyduğu ilgi arttı Rebecca’nın. Tarihini, siyasetini okudu, kimi zaman ödevlerini hazırlarken yardım istedi. Uzun saatler konuşur, zaman tünelinde yolculuğa çıkardık. Ülkemizdeki başörtüsü yasağına olan ilgisi, ilişkimize yeni bir boyut kazandırdı sonradan, bana, yasağın sona ermesi için yaptığımız faaliyetlerde yardımcı olmak istediğini söyledi. Memnuniyetle kabul ettim. Birçoğunuz onu bir-iki ay önce Amerika’daki çalışmalarımızı yansıtan “32. Gün” programında asistanım olarak tanıdınız. İlişkimiz daha çok bir abla-kardeş, iki arkadaş, dert ortağı seviyesindeydi. Çok sevdiği ‘memleketi’ Kaliforniya’dan çocukluk arkadaşları, akrabaları geldiğinde benimle tanıştırmak için sabırsızlanıyordu. Yine böyle bir fırsatta, arkadaşı Lava’yı evime akşam yemeğine getirdiğinde, sofrada; “Çok mutluyum, çok sevdiğim iki insanı sonunda bir araya getirdim” demişti.
Türk yemeklerini de çok sevdi Rebecca... Fırsat buldukça Georgetown’daki BistroMed’e lahmacun yemeğe gider, oradan Virginia’ya geçer, Simit Bakery’den tahin helvası ve Uludağ gazozu alırdık. Çay tiryakisi biri olarak evimde kahve bulundurmamama rağmen, sırf o geldiğinde ikram edeyim diye aldığım Türk kahvesini zevkle içerken, “Bitmesin diye yavaş yavaş içiyorum” derdi.
Bilmiyorum ne kadar zaman önceydi. Arabadaydık yine; “Ben Müslüman olacağım, biliyorsun değil mi?” dedi. “Nereden çıktı bu?” dercesine şaşkın şaşkın bakmış olmalıyım suratına ki devam etti: “Hayatımın her an içinde olan bir dine ihtiyacım var. Bu, Hıristiyanlıkta yok. Bir yere gidiyoruz, yemeğe meselâ, bakıyorum sen bir-iki dakika kayboluyorsun, namazını kılıp geliyorsun. Allah’la olan ilişkin hayatının bir parçası, işte benim buna ihtiyacım var” dedi. Çok şaşırdığımı ve bir o kadar da sevindiğimi söyledim Rebecca’ya.
İki hafta önce Washington’da çok sevdiğim, çok saydığım Prof. Dr. Sulayman Nyang’ın kitapla kaotik mütevazı ofisinde Rebecca, Allah zül Celal ile olan kontratını imzaladı. Yağmurun hüznü arasından içeri sızan güneş ışını eşliğinde üç kişi bir ağızdan “Eşhedü en Lailahe İllallah ve Eşhedü Enne Muhammeden Abduhu ve Resulü” dedi. Dr. Nyang, Rebecca’ya, yaptığı antlaşmanın ne anlam ifade ettiği konusunda bazı anekdotlar anlattıktan sonra, “Merve kardeşim, siz ve ben üçümüz bugün burada, bu ofiste buluşacakmışız, bu bizim alnımıza Cenab-ı Hak tarafından yazılmış” dedi. Düşündüm; hepimiz kaderlerimize koşmuyor muyuz zaten? Var gücümüzle Levh-i Mahfuz’la sabit olana doğru bir akış, koşuşturuş, acele ediş, bekleyemeyiş... Başında beyaz örtüsü, geçmiş günahlarını geride bırakmışlığın verdiği masumiyetle bir meleği andırarak dinliyor Rebecca... Nyang’ın ofisinden henüz çıkmıştık ki, telefonum çalıyor, beklediğim haber geliyor, ailemizin en yeni ferdinin nihayet aramıza katıldığını öğreniyorum. Rebecca’ya dönüp; “Sidra Hanım doğmuş (en küçük yeğenim), bundan sonra senin doğum gününle onun doğum gününü birlikte kutlayacağız” diyorum. Her zamanki masum çehresiyle kıkırdıyor Rebecca’cık.
Bu haftayı Washington’dan hava yoluyla üç saat mesafede bulunan Dallas’ta beraber geçiriyoruz. Seyahatimiz -George Washington’un doğum günü münasebetiyle- President’s Day denen resmî tatile de rastladığı için okulların kapalı olması da iyi oldu. Dün akşam baktım, yemek sonrasında Rebecca ve aile efradı oturma odasında derin sohbetlere dalmışlar. Sünnîlik-Şiilîk ayrımından peygamberlerin öne çıkan özelliklerine kadar birçok şeyi konuşuyorlar. Annem biraz sonra katılıyor sohbete, Fatıma ve Meryem başka sorular yöneltiyorlar dedelerine. Ben çayları dolduruyorum. Bir ara kulağıma; “thank you anne” ilişiyor. “Baba” diye başlayan soru İngilizce devam ediyor. Kavakçı ailesine Sidra torunla birlikte bir kız evlât daha katılıyor. Rebecca Fenderson...

25 Şubat 2006

Refia Sultan


Sultan Abdülmecid in kızı, Sultan Abdülaziz’ in yeğeni, V. Murat ve Sultan Abdülhamit’in kız kardeşi...
İhtişamın ve iflasın, hüzün ve saadetin, yas ve cülusun iç içe yaşandığı bir hikaye.
Saltanat kayıkları... saltanat arabaları... Borç ödemek, ihsan etmek için darphaneye gönderilip sikke kestirilen sultan mutfağının altın, gümüş tabakları.
Tanzimatla batılı rüzgarların estiği bir payitaht. Kırım savaşı... Payitahta İngiliz, Fransız askerleri.
Lambalı Kadının kızları.Sultan Aziz’in, Sultan Murat’a hayır getirmeyen tahtı.Şeyh Galib’e ve Beyhan Sultana ait sararmış, şirazesi dağılmış bir defter...
Saray fotoğrafçısı Vasilaki Kargopulo’nun objektifinden sultanlar zamanında; sultanların, kölelerin, dervişlerin, dilencilerin, satıcıların birbiriyle kesişen öyküleri.
Ve erguvani bir İstanbul.

(Ayşe Kara'nın Refia Sultan'ın mektuplarından derleyerek hazırladığı bu kitap başta Refia Sultan'ın hayatı olmak üzere dönemin Osmanlısına ışık tutuyor.Okuyun derim.)

19 Şubat 2006

Hidayet ve Dalalet


Hidayet;Allah'ın doğru yola ulaştırmasıdır.
Dalalet;Allah'ın doğru yoldan saptırmasıdır.

Allah'ın hidayetini irade özgürlüğü ile nasıl telif edebiliriz.İnsan'ın kaderi seçmek ise hidayeti ve dalaleti nasıl anlarız.

Hidayet, tevbe şartına bağlanmıştır.
"Ve ben tevbe eden ,inanan ve salih amel işleyen sonrada hidayete gelen kimseye karşı elbette çok bağışlayıcıyımdır."(20/82)
Hidayet, Allah'a yönelme şartına bağlanmıştır.
"Allah dilediğini kendine seçer ve (zatına)yönelene) hidayet eder." (42/13)

Hidayet, Allah'a ve O'nun ahkamına sarılma şartına bağlanmıştır.
"Kim Allah'a sarılırsa muhakkak ki o hidayete iletilmiştir."(3/101)

Bu ayetler hidayetin şartlara bağlı olduğunu, İlahi bir fiil olmadığını gösterir.

Yine hidayet Allah yolunda cihad şartına bağlanmıştır.
"Bizim için cihat edenleri hidayet yollarımıza iletiriz elbet."(29/69)

Ayetler hidayeti gerçekleştirenin şuurlu ve dahili iradenin amelleri olduğunu, harici bir iradenin olmadığını gösterir.

Hidayetin gerçekleşmesi için kurallar vardır.Örneğin Uyarı;
Senden önce uyarıcı gelmemiş bir kavmi uyarman için Rabbinden bir gerçektir o.Belki hidayete gelirler.(32/3)

Hidayetin insan iradesine bağlı olduğunu ve bir dış müdahaleyle gerçekleşmediğini şu ayetlerden anlıyoruz.
"Semud'a gelince onlara hidayet ettik,fakat onlar körlüğü hidayete tercih ettiler."(41/17) "Şüphesiz rabbin yolundan sapanıda iyi bilir,hidayete tabi olanıda iyi bilir."(52/30)
"Onları hidayete çağırsan da bu halleriyle asla hidayete gelmezler"(18/57) "Hidayet karşılığında dalaleti satın aldılar."(2/17)

Hidayet kimi zaman insan aklına ve iradesine bağlı olarak gelir.

"Peki ama ataları bir şey düşünmeyen hidayeti bulamayan kimseler olsalarda mı?"(5/104)

Yine küfür,azgınlık bozgunculuk ve günahda hidayeti engelleyen amellerden biridir.

"Allah kafir toplumları hidayete ulaştırmaz."(2/264) "Allah fasık toplumu hidayete ulaştırmaz."(9/24)

Hidayet için geçerli ölçüler "Dalalet" içinde geçerlidir.Yani insan iyi amelleriyle nasıl hidayete erişebiliyorsa gene kötü amelleriyle de dalalete düşebilir.

"Dünya hayatında bütün çabaları dalalet olan (boşa giden) ve salih amel yaptıklarını sanan kişiler (ziyana en çok uğrayanlar olacaktır)(18/104)" "Allah'ın kendilerine verdiği rızkı haram kılarak Allah'a iftira edenler dalalete düştüler.Hidayete ulaşıcıda değillerdir.(18/104)" "Baksana şu kitaptan kendilerine pay verilenlere, dalaleti satın alıyorlar,istiyorlarki sizde dalalete düşesiniz(4/44)" " İnsanlardan kimileri var ki bilgisizce Allah'ın yolundan saptırmakve onunla alay etmek için lafazanlığa sarınırlar.(31/6)"

"Biz insanı halden hale geçirdiğimiz karışık bir nutfeden yarattık ve ona kulak verdik,göz verdik.Biz ona hidayet yolunu gösterdik.Ya şükreder, yada nankörlük."(76/2-3)

...

Yukarıdaki yazıyı Mustafa İslamoğlu'nun İman adlı kitabından özet yaparak yazdım.Kesinlikle okunması gereken bir kitap.İnsana hem iman kuvveti veriyor hemde bilgilerinin artmasına yardım ediyor.Mutlaka okuyun...

16 Şubat 2006

Kurdela Seccade





Örneği basit ama benim ilk yaptığım kurdela işi.Şanel kumaş üzerine kurdela işi ve kapitone uygulayarak yaptım.Altında da inceltilmiş elyaf var.Henüz bitmedi.Daha kenarlarına bordür geçirilecek.

14 Şubat 2006

Tac Mahal

Mustafa Miyasoğlu'na Tac Mahal ve Şah Cihan hakkındaki düşüncelerini sormuştum. O da VAKİT gazetesindeki köşe yazısında sitemden de bahsederek bana bir cevap yazdı.

.....................................................................................
Mustafa Miyasoğlu

Yüreğimde Sızım Gözümde Yaşım Tarih : 13.02.2006

İnternetle aram hoş değil, çünkü pek çok şey bir sanal atmosferde görünüyor. Mektup ve sohbet sanki o yüzden bitti. Fakat çeşitli sebeplerle ilgilenmek zorunda kalıyoruz maalesef.
Peygamberimiz'le ilgili iğrenç karikatürler de internet üstünden kıtalar arası yaygınlaştı. O yüzden belki 25 yıl önce Mescid-i Haram baskınından sonra görüldüğü gibi İslâm dünyası bir kere daha İslâm Konferansı Örgütü etrafında daha etkin faaliyetler için toplanacak, belki de ABD ve AB ülkelerinin üzerimizdeki baskısı biraz daha azalacak… “Olanda hayır var!”
Bugünlerdeki halimizi anlatan bir başlıkla, “Yüreğimde Sızım Gözümde Yaşım” diyen bir genç hanımın, beğendiği ve üzerinde durduğu kitaplarla ilgili yazmış olduğu yazılar arasında, Zügüdar adlı kitabımla ilgili bir yazısını okudum. Bu güzel yazı şöyle başlıyordu:
“Hint tutkunu olan ben bu kitabı, üzerindeki resim dolayısıyla görür görmez almaya karar verdim: Ne varsa Doğu'da var... Her türlü gizem, ihtişam, sefalet, acı, zıtlık, vs... Ve ben İngiliz sömürgesine rağmen kendi kimliklerini yitirmeyen bu millete hayranım ve hayretle bakıyorum. Giysilerinden tutun müziğine, hayatı algılayışlarından nasıl tuhaf bir şekilde dejenere olduklarına... Örneğin tv.den dinlemiştim. Bazı Hintlilerin mezar başında yaptıkları ayini anlatıyordu. Tam hatırlamıyorum şimdi ayrıntıları ama, onların ayin sırasında yaptıkları birtakım ritüeller aslında İslâm'dan gelen bir ibadet şeklinin bozulmuş, yozlaştırılmış ve başka bir din haline dönüşmüş haliymiş. Ve ben çok hayret etmiştim bu duruma.”
Bu genç hanım,iki yıl önce okuduğu bu kitabın Irak Pakistan ve Hindistan bölgesine seyahat izlenimlerini anlattığını belirttikten sonra, kitaptaki Zügüdar adının nereden geldiğini ve polyglot üzerinde nasıl durulduğunu izah ediyor. Daha sonra da ilginç bir pasaj naklediyor.
Ben Agra’da Şah Cihan’ın yaptırdığı Tac Mahal’i görmeye giderken Zügüdar Mehmet şöyle demişti: "Git de gör milletimizin ne rezaletler yaptığını... Tac Mahal'i ve yolda göreceğin sarayları kastediyorum. Onları yaptırabilmek için bütün dünyayı unutmuş, halkın ihtiyaçlarını bir yana bırakmış ve ölen karısı için adam yirmi senede yirmibin kişi çalıştırarak Tac Mahal'i yaptırmış. Bir sürü de başka büyüklü küçüklü saray..."
Bu sözler benim gibi genç okuyucumun da duygularını altüst eder ve şöyle der:
“Tac Mahal gerçekten Babürilerin yıkımına sebep olduysa, İngiliz sömürgesine zemin hazırladıysa Zügüdar Mehmet'in sözlerine hak verdim. (...) İnşallah, Şah Cihan Kur'an-ı Kerim’de ‘Onlar, O'nu bırakıp da (birtakım) dişilere taparlar. Onlar o her türlü hayırla ilişkisi kesilmiş şeytandan başkasına tapmazlar’ (Nisa Sûresi, 117) geçen bu ayetteki gibi Allah'ı bırakmamıştır.” Daha sonra, kitabın yazarı olarak benim şöyle bir soruya cevap vermemi ister:
“Şah Cihan gerçekten hata mı yaptı? Aşk için devlet yönetimini bırakıp kendini bu mabedin yapımına mı verdi? Acaba Ekber Şah'ın Din-i ilahi adında din uydurması (...) gibi birtakım dişilere tapanlar şeklinde sapkınlığa düşmesine sebep olmuş mudur?”
Burada, ayette belirtilen dişilere tapma hususunun ille de kadınlarla ilgili olmadığını, Lat, Uzza ve Menat gibi putların da dişi olarak vasıflandırıldığını ifade edelim. Öte yandan, Şah Cihan’ın iç dünyası hakkında kesin bir şey söylenemez. Çünkü hüküm zahire göre verilir.
Ayrıca, bir konuda hükme varırken ölçüyü kaçırmamak ve Şah Cihan’ı Ekber Şah gibi düşünmemek gerekir. Fakat Şah Cihan, Bâbürilerin batılı emperyalistlere karşı mücadele zorunluluğunu yeterince kavrayamadığı için oğlu tarafından tahttan alınır, odasına hapsedilir.
....................................................................................

Miyasoğlu'na teşekkürlerimi iletiyorum verdiği cevap için.Şah Cihan, Ekber Şah gibi olmasada galiba zahir onun için pek olumlu değil.Yani Taç Mahali yapmakla uğraştığı kadar devlet yönetimiyle de uğraşsaydı keşke .Keşke Bâbürilerin batılı emperyalistlere karşı mücadele zorunluluğunu yeterince kavrayabilseydi.Ama genede iç dünyasını bilemiyoruz.İnşallah korktuğumuz gibi değildir:)

Ama inşallah günün birinde bende Hindistan'a gidip Tac Mahali ve oraları mutlaka ziyaret edeceğim.Ve Zügüdar kitabını da yanımda götürüp kendime rehber yapacağım.

12 Şubat 2006

Çınaraltı Kitap Sohbetleri

Dursun Gürlek, bu kitabında adından da anlaşılacağı üzere kitaplardan bahsediyor.Kitap tam bir bilgi küpü.Okudukça yeni yeni şeyler öğreniyorsunuz.Bazen hüzünlenecek bazen gülümseyeceksiniz bu kitabı okurken...


Kitapların efendisi, Divan-ı Lügati't Türk'ü keşfedip irfanımıza kazandıran Ali Emiri'den gösteriş olsun diye kitabın cildini boyatıp boş kitap alan yazara,eskiden ne kadar çok kitap okuduğumuza kadar pek çok bilgi/hikaye yer alıyor bu kitapta.

Kitabın önsözünden 2 paragrafı sizlere aktarmak istiyorum:

Dört yanı çiçeklerle süslü bir bahçe, duvarları kitaplarla dolu bir ev,selim zevk sahipleri için en büyük hazinedir.İşte kitaplar bu zengin hazinenin en değerli pırlantalarıdır.Onlarla hem ufkunuzu hem yolunuzu aydınlatabilirsiniz.

Bakınız,aradan geçen yüzyıllara rağmen,Sadi Gülistan'ıyla gül kokuları saçmaya,Mevlana Mesnevi'siyle gönüller açmaya devam ediyor.Evliya Çelebi'nin Seyahatname'siyle, çıktığınız gezinin sonunu hala getiremiyor,Gazali'nin İhya'sını bir türlü bitiremiyorsunuz.

Ayrıca kitapta da bahsi geçen Osmanlı'da Matbaanın istenmemesiyle ilgili bir kaç şey eklemek istiyorum.Kitapta "Osmanlı'da matbaa dini nedenle değil ,ekonomik nedenle istenmemiştir.Solcu yazar Niyazi Berkes'de aynen böyle kabul eder."ifadesiyle ilgili olarak geçimlerini yazı yazmak işinden sağlayan binlerce kişi matbaanın gelmesiyle işsiz kalmaktadır.İşsiz kalmak istemeyenlerde tepkilerini ortaya koyar.Durum böyleyken matbaa dini nedenle istenmedi deyip Osmanlı'yı karalamak,karalamaya çalışmak ne kötü.Üstelik bu yalan bilgiler okullarımızda bu vatanın yeni sahiplerine öğretilmekte ne yazık ki.

Dursun Gürlek, Tv5' te Saklı Zaman isimli bir program hazırlıyor.Seyretmenizi öneririm. İstanbul'un bilinmeyen tarihini, camileri, türbeleri, saraylar vb. yapıları, bugüne miras kalan izleri ve tarihçelerini takip ederek anlatıyor...

10 Şubat 2006

Filistin'li Zehra'nın Gözleri...


Filistin'li Zehra'nın Gözleri filmini izlemenizi tavsiye ediyorum.Gerçekleri anlatan çok güzel bir film olmuş.Yahudiler tarafından Küçük Zehra'nın güzelim maviş gözlerinin çalındığını izlerken gözyaşlarınızı tutamayacaksınız.Aşağıdaki Milli Gazete yazarı Sinan Şen'in 08.01.2006 tarihli yazısını da sizlerle paylaşmak istedim.


Filistinli Zehra’nın Gözleri’nden yaşlar akarken

Sinan Şen

Filistin; kutsal topraklar…
Filistin; Mekke ve Medine’den sonra Müslümanların gözbebeği…
Filistin; İki Cihan Serveri’nin, alemlerin huzuruna çıkmak için yükseldiği kutlu belde…
Filistin; yeryüzünün ağlayan coğrafyası…
Filistin; Müslümanların namusu…
Filistin ve orada yaşananlar hakkında ne kadar az bilgimiz var değil mi? Gazetelerde yazılanlar ve televizyonların haber bültenlerinde verilen haberler haricinde bir bilgimiz var mı? Peki, Filistin’de yıllardır süregelen mücadeleyi, çekilen sıkıntıları, yapılan işkenceleri anlatan sinema filmi var mı?
Amerika’nın Vietnam savaşıyla ilgili aklınıza kaç tane film geliyor ya da Yahudilerin Hitler Almanya’sında gördükleri söylenen zulümlerle ilgili kaç tane film geliyor aklınıza? Onlarca değil mi? Yahudilerin uğradıkları iddia edilen sözde soykırımla ilgili hemen hemen her filmin Amerikan Film Akademisi tarafından Oscar ile ödüllendirilmesine ne diyeceksiniz? Mesela "Schindler’s List – Schindler’in Listesi", "The Pianiste – Piyanist" ve "Life is Beautiful – Hayat Güzeldir" benim ilk aklıma gelenler. Bu filmlerin ilk ikisi En İyi Film Oscar’ını, sonuncusu ise En İyi Yabancı film Oscar’ını almış ve konu itibariyle de Yahudi soykırımını anlatan filmlerdir. 2006 yılında ise sinemalarımıza yönetmenliğini Steven Spielberg’in yaptığı "Munich – Münih" adlı film gösterime girecek. 1972 yılında Münih Olimpiyatları’nda Filistinli bir grubun gerçekleştirdiği İsrailli sporcuları rehine alma olayını anlatan film sayesinde her türlü yayın organında Filistinlilerin "terörist" olduklarından dem vurulmakta.
Bu tür olayların yorumu, insanların olaya bakış açılarına göre değişir. Irak’ta gerçekleştirilen eylemler, Irak halkı tarafından "direniş" olarak değerlendirilirken, Amerika yanlısı grup tarafından ise "terör eylemi" olarak değerlendirilmektedir. İstanbul’un alınmasını bizler "fetih" olarak değerlendirirken, Yunanlılar işgal olarak değerlendirmektedirler.
Filistin’de yaşanılan zulümle ilgili internette yaptığım araştırmada Türkiye’de vizyona giren bir tane filme rastladım. Yönetmenliğini Elia Suleiman’ın yaptığı, 2001 Fransa, Filistin, Almanya ortak yapımı "Intervention Divine – Kutsal Direniş" adlı film. Bu filmi seyretmediğim için hakkında bir şey yazamayacağım.
Ben bu konuda seyretmiş olduğum bir filmden "Filistin’li Zehra’nın Gözleri"nden bahsetmek istiyorum.. Filmin yönetmeni; Ali Derahşi, konusu ise; İsrail’de seçimlere hazırlanan Isaac Qwen’in oğlu trafik kazası geçirmiştir ve vücudunun çeşitli organlarını kullanamamaktadır. Qwen da oğlunun bu çalışmayan organlarını, organ nakli ile değiştirmeye çalışmaktadır. Bu organlardan biri de gözdür ve en uygun göz olarak Filistin’li yedi yaşındaki Zehra’nın gözlerini seçer. Film ortalama 200 dakika yani 3 saati aşıyor. Bu uzun süreye rağmen film kendisini sıkılmadan seyrettiriyor.
Bazı eserler vardır, ürün verdikleri alanda teknik olarak ne kadar eksikleri olsa da insani yönlerinin ağır basması, eksiklerini kapatmaktadır. "Filistin’li Zehra’nın Gözleri" tam böyle bir film. Film uzun süresine, teknik eksiklerine, Zehra’yı oynayan küçük oyuncu hariç, kalburüstü oyunculuklara rağmen, insanı tam kalbinden vuruyor. Sizi öyle bir etkiliyor ki filmin kusurlarından bahsetmeye kalksanız kendinizi haksızlık yapmış hissine kapılıyorsunuz. Film; İsraillilerin ve kendilerinden olmayan milletlere ve diğer din mensuplarına bakış açısını açık bir şekilde belirtiyor. Filmin bir bölümünde, Qwen, oğluna yapacağı göz naklini açıklarken, "Bir insan, bahçesinde bulunan meyve ağaçlarından canının çektiğini koparıp yiyorsa, biz Yahudiler de Tanrı’nın seçtiği kavim olarak Filistin topraklarında yaşayan, ister müslüman olsun ister ister hristiyan, her insanı canımızın çektiği şekilde kullanabiliriz." diyerek, İsraillilerin düşüncelerine ışık tutmakta…
Hele küçük Zehra’nın toplama kampından alınarak şehirdeki hastaneye getirilmesi ve "Ben her yeri bizim kamp gibi zannediyordum." demesi sizin yüreğinizi sızlatıyor.
Kendinize bu uzun bayram tatilinde bir iyilik yapın ve bu filmi seyredin. Pişman olmayacaksınız.
Bu filmden bahsetme ve yazı konusu yapma nedenim, İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un hastalanması, ölüm döşeğinde yatması değil. Bu yazıyı yazma kararı verdiğim zaman Şaron hastaneye kaldırılmamıştı. Tamamen Allah’ın takdiri…
Not: Tüm Müslümanları Mübarek Kurban Bayramı’nı kutlar, İslam Alemine hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederim.

08 Şubat 2006

Masa Örtüsü


Bu masa örtüsünü liseye giderken mutfak masası için örmüştüm.Aradan epey bir sene geçti.Şimdi olsa örer miyim?Büyük olasılıkla örmem.Bunu örmek için harcadığım zamana (3 ay)her ay 5 kitap okusam 15 kitap okurum.Keşke bunu öreceğime o zaman şöyle kaliteli, bilgilendirici 15 kitap okusaydım.Şimdi kendime kızıyorum:((

06 Şubat 2006

Çizgilerin Dili ile...


Bediüzzaman Said Nursi




Bediüzzaman'ın doğumundan ölümüne kadar hayatı anlatan bu cd çocuklarımıza ve hatta büyüklere onu tanıtmak, anlatmak için hazırlanmış güzel bir çizgi film.
Malesef tvlerde çocuklarımızın kültürel gelişimini yok eden ,onları kültürsüzlüğün kültürüne sevk eden programlar ,diziler yapılıyor.Ne yazıkki çocuklarımızın rahatça seyredebilceği, yada içimiz rahat bir şekilde onların seyretmesine izin verebileceğimiz programlar yok.Dolayısıyla mevcut programların çocuklarımızı kötü etkilemesinden korumak ve kurtarmak için onlara alternatif sunmamız gerekiyor.Bediüzzamanın hayatını anlatan bu çizgi film bize bu imkanı sağlıyor.Gerçekten büyük bir özveri ve çabayla hazırlanmış bu filmi büyük küçük herkese tavsiye ediyorum.

Not:Daha önce yazmış olduğum Zügüdar kitabıyla ilgili yazımı, Mehmet Miyasoğlu'nun yapmış olduğum anlatım bozukluğunu göstermesi üzerine tashih ettim.

05 Şubat 2006

Öpücük Kutusu


Psikolog Mehtap Kayaoğlu'nun psikoterapi öykülerini anlattığı bu kitabını psikolojik derdi olupta psikoloğa gitmeyi akıl edemiyenler için öneriyorum.Şu zamanda herkesin bir psikolojik danışmanı olmalı.
Kitabın ismi, yazarın yeğeninin ailesi onu öptüğü zaman öpücükleri hayali kutusuna koyup biriktirerek kendine öpücük kutusu yapmasından geliyor.
Kitapta beni en çok etkileyen hiç konuşmayan çocuğun hikayesi oldu.Annesi ölmeden önce daha hastayken babannesi sus gürültü yapmayın yoksa anneniz ölür diye kardeşlerini ve onu azarlarmış.Sonra annesi vefat etmiş.Ardından babası aniden ölmüş..Anne ve babası ölünce akrabalarından birisi yanına almış çocuğu ama artık o hiç konuşmuyormuş.Ne yaptılarsa konuşturamamışlar. Kayaoğlu'na getirmişler.Araştırma sonucu babasının öldüğü günde gürültü yapıp yüksek sesle müzik dinlediği için anne ve babasının ölümlerinden kendini sorumlu tuttuğu anlaşılmış.Kızcağız akrabalarınında ölmesinden korktuğu için hiç konuşmamaya başlamış.Terapi sayesinde küçük kız artık konuşmaya başlamış.Ben burda basit bir dille anlattım.Kitaptan okumanızı tavsiye ederim.Diğer hikayelerde çok güzeldi. Özellikle çocuk sahibi olan anne ve babalar mutlaka okusunlar bu kitabı.

Mehtap Kayaoğlu'nun TV5 te her gün hafta içi kardeşiyle birlikte sunduğu yüzleşme diye bir programı var.Saat 10 gibi başlıyor.Gecede tekrarı oluyor.Mutlaka izleyin.Çok faydasını göreceksiniz.